İç Piyasada Bulunan ve Tüketilen Gıdalara Güvenmiyoruz, Peki Çözüm Ne?

 

Ekmeğimizi paket ürün olarak alıyoruz, neden, tost haline getirilmiş, kesilmiş, çeşitlendirilmiş, kolay tüketiliyor, işimize geliyor. Ya o ekmek öyle kalsın diye içinde kullanılan katkı maddeleri?

Sütümüzü, peynirimizi, yoğurdumuzu da marketlerden, belli başlı markaların ürünlerinden tercih ediyoruz. Neden? Ulaşması kolay, lezzetli. Katkı maddeleri, boya maddeleri, şeker?

Abur cubur yemeyi seviyoruz. Yine belli başlı markaların ürünleri var. Nefis. Alıp hem kendimize, hem çocuğumuza yediriyoruz. Neden? Neden olmasın? Katkı maddeleri, boya maddeleri, şeker, ve sayamayacağımız pek çok sağlıksız içerik daha…

Meyve suları, gazlı içecekler, makarnalar, baklagiller, konserveler derken, ben ne yiyorum, ne içiyorum, bedenime neleri davet ediyorum diye sormaya başladı mı bir kez, artk geri dönüş yok ne yazık ki. Bile bile lades diyemiyor insan, çünkü konu sağlık. Yaşamak için sağlığımıza dikkat etmek bizim kendi sorumluluğumuz. Ne yapayım, marketlerde bunlar satılıyor demek ve o tarafı suçlamak bir çözüm değil. Alternatifler üretmeye bakmalıyız.

Bakın yakın zamanda yine bir haber okuduk. Habere göre

“Klorpirifos zehiri içeren bitki koruma ürünü kullanımını 80 bin tona çıkaran Türkiye’nin ihraç ettiği gıda ürünleri iade edilirken; iç piyasada satılarak sofralara taşınıyor. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, her yıl 3 milyon kişi zirai ilaç zehirlenmesine maruz kalıyor. Her yıl en az 20 bin tarım işçisi de zirai ilaç uygulaması sebebiyle ölüyor. Bu ilaçların kullanımının tüketicilerde yarattığı hastalık ve ölüm vakalarının sayısal olarak tespitinin mümkün olmadığını belirten Özden Güngör, gıdalardaki kalıntıların vücutta biriktiğini söyledi.”

Peki ne yapacağız, ne yer ne içeriz dediğinizi duyar gibiyim. Uzun süredir paket ürün kullanmamaya çalışsam da bazen elimde olmadan kullanıyorum. Bazı şeylerin sonu yok, herşeyi evde yapmanız, her ürünün organiğini bulmanız ya da maddi olarak bunu karşılamanız her zaman mümkün olmayabiliyor.

Ben yine de paket ürün ve market ürünü meyve sebze alımımı minimuma indirdim, elimden geldiğince organik ve ilaçsız ürünlere ulaşmaya çalışıyorum. Sizlerle de kendi yöntemimi ve kaynaklarımı paylaşmak istedim.

Besin Etiketi Nedir, Nasıl Okunur?

– Herşeyden önce alışveriş yaparken paket gıdaların besin etiketlerini okumak konusunda kendimizi geliştirmeliyiz. Besin etiketi okumakla ilgili öğrendiklerimi ve dikkat ettiklerimi sıralayayım:

  • Çoğunlukla besin öğeleri etiketi ürünün 100 gramındaki değerlere göre yazılır, aldığınız ürünün gramajına bakarak ve hesap ederek ürün alın.
  • TSE damgası ve Tarım Bakanlığı onayı görmediğiniz bir ürünü veya üretici firma bilgileri etiketlerde olmayan ürünleri satın almayın.
  • Şeker eklenmiş ürünleri almamaya özen gösterin, alıyorsanız da şeker oranı az, lif oranı bol ürünleri tercih etmeye çalışın, 1 pakette 7 gramdan fazla lif içersin besin.
  • Mümkün mertebe paket süt almamaya, günlük çiğ süt bulmaya çalışın. Paket süt alacaksanız dikkat etmeniz gereken etiket okumalar:

Homojenize süt: Yağı ayrılmış olan sütün, pürüzsüz ve berrak yapıda olduğunu anlatan etikettir.
Pastorize süt: Çiğ süt ve yumurta gibi besinlerin içinde bulunabilecek zararlı mikroorganizmaların yüksek ısıda yok edildiğini anlatan ifadedir.
UHT süt: Besinin yüksek ısıda işlem görerek bütün mikroorganizmalardan arındırıldığını ve 3 ay süresince oda şartlarında kapalı olarak saklanabileceğini gösteren etikettir. Paket kapalıyken 35 derece altında bozulmaz,  buzdolabına girmeyebilir, fakat paketi açıldıktan sonra buzdolabında saklanmaları gerekmektedir. Cam şişeler yani pastörize sütler ise kesinlikle buzdolabında soğuk zincir korunması gerekmektedir. Bir gıdadaki ısım işlem derecesi ve süresi ne kadar fazlaysa o gıdadaki kayıp da o kadar fazladır.

  • Fenilalanin içerir/içermez: Fenilalanin, vücut tarafından üretilemediği için beslenme yoluyla alınması şart olan 9 aminoasitten biri imiş, pek çok hayvansal ve bitkisel kaynaklı besinin bileşiğinde bulunurmuş. Fenilalaninin vücutta kullanılmasını sağlayan bir enzimin bazı kişilerde kalıtsal olarak eksikliği görülürmüş ve bu durum fenilketonüri adı verilen, oldukça ender görülen bir hastalığa sebep oluryormuş, bu kişilerin fenilalanin içeren gıdalar tüketmemesi gerekiyor. Ayrıca tatlandırıcılarda bulunan fenilalanin, diyet ürünleri çok tüketince kaygı bozukluğu, baş ağrısı ve yüksek tansiyon gibi sıkıntılar yaratabiliyormuş. Bu yüzden yapay tatlandırıcı olan ürünleri kullanmayalım. Adı üstünde, yapay bir şey var içinde, vücudumuzun yapay hiçbir şeye ihtiyacı yok.
  • Besin etiketi okurken benzer ürünlerin içeriklerini karşılaştırmaya çalışın, bir markanın ürününde yağ oranı kaç, diğerinde kaç, tuz, şeker, protein, lif oranları oldukça değişken olabiliyor.
  • Gluten içerir/içermez: Buğdayda bulunan bir protein türü olan gluten, başta çölyak olmak üzere, bazı kişilerde bağırsak hassasiyetine yol açarak, sindirim ve emilim problemine neden olabiliyor. Glutenli ürünleri kullandığınızda benzer problem yaşıyorsanız doktorunuza danışın ve böyle bir hassasiyetiniz varsa glutensiz ürünlere yönelmeye bakın.
  • Laktoz içerir/laktozsuz: Süt ve süt ürünlerinde yer alan bir karbonhidrat olan süt şekeri laktoz, bazı kişilerde şişkinlik, gaz, ishal, kabızlık gibi rahatsızlıklara yol açabildiğinden kişilerin etiketteki bu ibareye dikkat etmesi gerekiyor. Mesela ben bunlardan biriyim ve İçim Süt ile Sek Süt’ün laktozsuz sütlerini içiyorum fakat bunlar da paket süt. Bu konuda ne yapacağımı henüz bilmiyorum açıkçası.
  • Glikoz: Mısır şurubudur, lütfen tercih etmeyin.
  • Yağlar: Mümkün mertebe hidrojene edilmiş ya da trans yağ ise içindeki, bu ürünü kullanmayın.
  • Tam Buğday: Ekmek ve benzeri ürünlerde işlenmiş buğday unu değil tam buğdayı tercih edin. İşlenmiş buğdaylı ekmeğin beyaz ekmekten bir farkı kalmaz.
  • Granül kahve almak yerine filtre kahveyi tercih edin. Evde filtre kahve makineniz yoksa french pressler de iş görüyor. Bir de yeni bir ürün keşfettim: One Fresh Cup: her zaman her yerde taze demlenmiş kahve içebilmek amacıyla düşünülmüş özel bir tasarım. Bu hafta sipariş edip deneyeceğim, sonuçları sizlerle paylaşırım. Yine 3rd wave denen kahvecilerden kahve satın almanızı öneririm.
  • Çayları da ot şeklinde alabilir, kendiniz demleyebilirsiniz. Demlik poşetler de çok sağlıklı değil.
  • Marketlerde alışveriş yapmaya gidiyorsanız, bez çantalarınızla gidebilir, poşet tüketimini aza indirgemede bir katkı sağlayabilirsiniz. Ben festival çantalarımı seve seve kullanıyorum, hem şık da oluyor doğrusu:)

-Gelelim market alışverişine, en temel ihtiyaçlara, ekmeğe, süte, yumurtaya, peynire.

Neyi Nereden Alacağız?

  • Ekmek: Ne kadar az tüketirsek o kadar iyi. Ne tüketeceğiz? Ekşi mayalı tam buğday, çavdar ekmeği. Nereden bulacağız? Benim kullandıklarım:

Alishiro,  240derece dilimli, Datça Murat Çiftliği

  • Yumurta: Ne kadar çok tüketirsek o kadar iyi. Hangi yumurtayı tüketeceğiz? Mümkünse organik. Nereden bulacağız? Benim kullandığım kendi mahalle bakkalımın yanısıra eskitadinda ve Datça Murat Çiftliği.
  • Süt: Ne çok, ne az. Haftada bir kaç gün bir bardak süt içmemiz ya da bazı smoothilerde, müslilerde kullanmamız yeterli. Hangi sütü tüketeceğiz? Benim en zorlandığım kısım bu çünkü laktoz intoleransım var. Fakat normalde duyduğum güvenilir organik sütler: Chisüt ve Yoncadan markaları.
  • Yoğurt: Mümkünse çiğ sütten evde kendimiz yapalım. Dışarıdan alacaksak yine Yoncadan markası imdadımıza yetişiyor. Yine duyduğum kadarıyla Elta Ada markası da organik yoğurt üretiyor ve satıyor.
  • Zeytinyağı: İki adresim var, biri Ulysses Zeytinyağı, bir diğeri eskitadinda. Bunlar yüksek kalitede üretilmiş, soğuk sıkım – erken hasat zeytinlerin yağları.
  • Hindistan Cevizi Yağı:  Biomini Organik Hindistan Cevizi Yağı kullanıyorum. Çarşambaları Selamiçeşme Özgürlük Parkı’ndaki organik pazarda buluyorum bunu.
  • Sebze Meyve:  Aslında arada Mopaş’tan alışveriş yapmak durumunda kaldığımı itiraf etmeliyim. Fakat Mopaş’ın sebze meyve reyonunun gördüğüm tüm marketler içinde en taze ve en temizlerini barındırdığını söylemeliyim. Yine de esas tercihimiz yine organik pazarlara ya da çiftliklere yönelmek olmalı, ben Çarşamba’ları Özgürlük Parkı’ndayım. Ayrıca İpek Hanım Çiftliği, Serente güzel sebze yolluyor diye duydum. İnternette ise karşıma Mutlu Sebzeler diye bir site çıktı, bir şans verilebilir belki.
  • Et: Organik et getiren kasaplar var, ailece kullandığımız Eren Et. Perşembe günleri organik tavuk getiriyor mesela. Yine internet araştırmalarımda karşıma çıkan Kekik Kasap‘ı da denemeyi düşünüyorum.

 

Canan Karatay‘ı hepiniz tanıyorsunuzdur. Bilgileri gerçekten engin. Fakat onun dediği kadar büyük bir dikkati maddi manevi nasıl gerçekleştirebiliriz gerçekten emin değilim. Biz yine de bilelim, yapabildiklerimizi hayata geçirelim derim. Karatay’ın notlarından kısa bir derleme:

Isparta’da çiftçilerle konuşmuş ve elma ağaçlarına senede 30 – 40 defa ilaçlama yapıldığını öğrenmiş.  “Tarım Bakanlığı böyle istiyor.” demişler. Avustralya’ya gitmiş. Orada çiftçiler tarım ilacı kullanımının yasak olduğunu, ilaç tespit edildiği an Avustralya’daki tarım bakanlığının anında üretimi kapatacağını söylemişler. Ayda bir geliyormuş devlet, mobil cihazlar ile anında analiz yapıyorlarmış.

Mera hayvanının kırmızı etini yememizin sağlıklı olduğunu söylüyor. Ucuz protein kaynağı olarak lanse edilen endüstriyel tavuğun besin değeri olarak koca bir sıfır olduğunu söylüyor. Sosis, salam gibi işlem görmüş etler tamamen kanserojendir diyor. Süt, gerçek ot yiyen hayvandan sağılmış olmalı diyor. Gerçek köy yumurtası bulacaksanız yiyin diyor. Deneme üretimi tavuk besi çiftliği yumurtaları bozuk  renkte olduğu için dükkanlarda, pazarlarda köy yumurtası diye satılıyor, kanmayın diyor.  Mercimek, kuru fasulye, bakliyat ithal olmamalı diyor. “Yerel ve endemik olmadığı sürece hastalık kaynağıdır.” diyor. hoca… Gemideki konteynerde üç ay geçiren bakliyat anormal biçimde ilaçlanarak taşınıyormuş. Bu bilgileri İpek Hanım Çiftliği sahibi Pınar Kaftanoğlu‘ndan öğrendim, Canan Karatay’ın notlarını bizlerle paylaşmış.

İşimiz zor; bütçemiz, mekanlar, zamanımız ve sabrımız el verdiği ölçüde dikkat edelim tüketimlerimize, çünkü sonunda kendimizin de çevremizin de yaşamı, sağlığı söz konusu. Kolay gelsin, afiyet olsun.

 

 

 

Yağ Yakımında HIIT ve Ketojenik Beslenme

Dün akşam ürünlerini Getir uygulamasında deneyip beğenip araştırmış olduğum Habit markasının kurucusu İlker Çağlayan‘ın Kanyon Joint Idea‘da gerçekleştirdiği birkaç saatlik bir seminerine katıldım. Başlık,  Bikini Beach Body ve Yağ Yakımında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar.

İlker Çağlayan, çocukluğundan beri spora ve sağlıklı yaşama bağlı biri olsa da yaptığı yanlışlarla kilo almış biriymiş. Daha sonra beslenme ve egzersiz şeklini değiştirerek six pack dediğimiz kaslara sahip, sağlıklı ve fit bir insana dönüşmüş. Bir süre Çin‘de yaşamış. Batı ve Doğu’yu sentezledim ve Habit’i kurdum diyor. Şu an kişisel antrenör, yoga eğitmeni, beslenme uzmanı olarak bir yandan da Habit markasını yönetiyor.

Seminerde aldığım notları burada paylaşmak istiyorum. Özetle İlker Çağlayan’ın önerisi haftada en az iki kez 30’ar dakika HIIT egzersizi ve ketojenik beslenme.

Sporla ilgili İlker Çağlayan ne doğada 1 saat yürüyüşün ne de spor salonlarında koşu bantlarında 1 saat cardio’nun yağ yakmada, kilo vermede etkili bir faydası olmadığını söylüyor. Yürüyüş elbette sağlıklı bir aktivitedir ama bir spor değildir diyor. Yani yürümeyin demiyor, bunun altını çizmek isterim. Ama spor yapıyor olmak değilmiş tempolu da olsa bir yürüyüş. Yeterli değilmiş yağ yakımı için ve sportif, fit bir beden için. Bunun yerine gün içinde 30 dakikalık egzersizler öneriyor. Bu egzersizlerin nabzınızı hızlandırması gerekiyor.  Burada HIIT devreye giriyor.  High Intensity Interval Training, yani yüksek yoğunluklu interval antrenman. Sprint, ağırlık, kick boks, crossfit, içinde plank, squat, şınav, dips, yoga hareketleri olan egzersizler gibi… Bu antrenmanlarda tüm vücut çalışıyor. Nabızda yükselmeler ve düşmeler oluyor. Düzenli yapmalı ve giderek performans artmalı diyor İlker Çağlayan. Yağ yakıcı ve kas yapıcı hormonlar devreye giriyor. Hormon çalışmazsa kaslar eriyormuş.

Dr. Doug McGuff’ın Body By Science diye bir kitabını önerdi Çağlayan. Kitabın yazarı haftada 12 dakika tüm vücudun çalıştığı bir egzersizin bile yetebileceğini ve sebeplerini anlatıyormuş.

HIIT’de vücut iki gün boyunca yağ yakmaya devam ediyormuş. Buna EPOC (excess post-exercise oxygen) EFFECT deniyor. Böyle olunca kaçamaklar da rahatlıyor beslenmede.

İlker Çağlayan sporda ve beslenmede bölgesel yağ yakımı diye bir şeyin olmadığını söylüyor. Önce genetik, sonra proporsiyonel olarak yağın nereden gittiği değişir diyor, ama belirli bir bölgedeki yağların da alkali doğal bir beslenme ve HIIT çalışmalarıyla yavaş da olsa mutlaka yakılacağını söylüyor.

Gelelim işin beslenme kısmına. Amerikan hükümeti tarafından empoze edilen ve amacın ilaç satmak olduğu, bize de dayatılmış bir beslenme piramidini hatırlatıyor Çağlayan. Bu piramitte %70 tahıl tüketmeliydik, sonra süt ürünleri, sebze meyve tüketiyorduk, en az ise yağ. Hal böyle olunca light ürünler piyasaya çıkmaya başladı. Yağı alınan ürün tatsız olunca da işin içine sağlıksız aromalar, tatlandırıcılar girdi. Kalori hesabı başladı. Spor arttı. 1970’lerden itibaren bu piramit hakimdi. Bu tarihten sonra Amerika’da obezite ve diyabet te arttı. İlaç satışları da aynı oranda arttı. Kolestrol arttı, karbonhidrat burada dominant besin oldu diyor.

Gerçek ise şu: sağlıklı yağlar ve aminoasitler temel besinlerimiz ve bunların dışarıdan alınması gerekiyor. Proteini vücut üretemez, dışardan gelmeli. Karbonhidrat ise temel ihtiyacımız değil. Karaciğer zaten glükoz üretebiliyor, beyin için de bunu salgılayabiliyor. Spor için de bu hata yapıldı, özellikle erkekler bol karbonhidrat tüketip saatlerce body building yapıp dışarıdan steroid alıp sağlıklarını bozdular. Mutant oldular, insan üstü varlıklar haline geldiler ama sağlıklarını kaybettiler.

Yağ yakmak için az yağ tüketmemiz gerektiği yanlış bir bilgi. Omega 3 ve Omega 6‘ya ihtiyacımız var.  Aminoasitler de proteinlerin yapıtaşı. Yağ, antioksidan içeriyor. Doğru hormonu salgılıyoruz yağ alınca, antikanserojen bir etkisi de var. Yağ tüketimi tokluk duygusu veriyor.  Süt, yumurta, balık, bunlardan aldıklarımız zaten vücutta depolanamıyor.

Bu arada bir protein kaynağı olarak Kinoa öneriliyor ama vegan değilseniz İlker Çağlayan kinoa’yı önermiyor, çünkü %15 proteinse %60 karbonhidrat içeren bu ürünün yerine proteini alabileceğimiz başka besinler var.

Ketojenik beslenelim diyor İlker Çağlayan. Vücut karbonhidrat bulamayınca yağ asitlerinden bozarak glukoz yerine keton cisimcikleri üretiyor olacak bu beslenme türünde. Vücudun para birimini değiştirdiğini düşünün diyor Çağlayan. Keton temiz bir yakıt vücudumuz için. Bu beslenme tarzı tümörleri küçültüyor. Enerji kaynağımız yağ olunca açlık krizi yaşamıyoruz.

Karbonhidrat kasta ve karaciğerde depolanır. Metabolizmayı bir ateş olarak düşünün diyor Çağlayan. Bir yerde samanlar var, yani karbonhidrat, sürekli ara öğünle harlamak durumundasınız ateşi. Öte yanda odun var yani yağ, ateşe bir odun atıyorsun, o sürekli yanmaya ve yakmaya devam ediyor, diyor. Bu yüzden 2 ya da 3 öğün yeterli hatta fazla bile diyor.

Ketojenik beslenmenin yaklaşık 4 aylık bir adaptasyon süreci varmış. Bu adaptasyondan sonra günde iki öğünle bile idare edebiliyorsun, üç de mümkün ama ara öğünlere ihtiyaç duymuyorsun. Vücut ketosis’e giriyor deniyor, tabiri bu. Bir nevi oruç tutuyor vücut güçlü bir şekilde. 8 saat içinde yemek yiyorsunuz, 16 saat ise (uyku dahil) oruçtasınız. Bu adaptasyondan sonra hibrid bir beslenme şekli mümkün diyor Çağlayan, çünkü vücut o zaman ketosise hızlı bir şekilde girip çıkabiliyor. Aylar süren çabalarınızı bir beslenme değişikliğiyle bozmuş olmuyorsunuz.

Ketojenik beslenmede %75 yağ tüketmeliyiz, %20 protein, %5 ise karbonhidrat. Bu sayede kandaki glukoz azalıyor.

Intermittent fasting denen bu tür beslenmede bu sekiz saati nasıl kullanacağınız da size kalmış. Genelde erkekler kahvaltıyı atlayabiliyorlarmış, “bir kahveyle idare ediyorum ben sabahları” diyor Çağlayan. Kadınlar ise kahvaltı edip akşam yemeğini erken çekmeyi tercih ediyorlarmış.

Ketojenik beslenmede neler tüketmeliyiz?

Yumurta, avokado, zeytin, kuzu eti, tavuk budu ya da kanadı, hindi budu, kuzu kaburga, ekmeksiz adana kebap (!), yağlı deniz balığı (uskumru, hamsi, lüfer, sardalya, istavrit), somon balığı, abartmamak koşuluyla ceviz ve badem. Hindistan cevizi yağı.

Örneğin, light bir yemek olsun, tavuk göğüs yiyeyim düşüncesi yanlış, et yağlı olmalı.

Ispanak, semizotu, pazı, kuşkonmaz, brokoli, karalahana, lahana, karnabahar, roka, salatalık, maydonoz, dereotu, mor lahana.

Yeşil, özellikle de koyu yeşil sebzeler ve salatalar sınırsız tüketilebilir. Sarı, kırmızı, mor gibi farklı renktekiler daha az olmak koşuluyla mutlaka tüketilmeli.

Proteini avuç içi kadar almalıyız.

Meyve yemiyoruz bu dört ay. Çok çaresiz kalırsak bir avuç yeşil erik ya da böğürtlen mümkün.

Ketojenik bir menü oluşturalım.

Kahvaltı:

Kadına 2, erkeğe 3 yumurta, haşlama ya da omlet (soğanlı, biberli yani sebzeli olabilir). Yarım avokado. 15-16 adet zeytin. İstediğiniz kadar çiğ yeşillik. Çok az sert, yağlı peynir. Mümkünse peynir olmasa da olur.

Öğlen:

Avuç içi kadar et, pirzoladır, kaburgadır sen seç. Yanına sebze. Ya da mesela yağlı kuzu kıyması ile yapılmış bir kapuska, karnabahar, türlü. Full kıymalı bir lahana sarması da tercih edilebilir.

Akşam: Yine öğlen olduğu gibi yağlı etli sebzeli başka bir yemek. Mümkünse sabah çiğ sebze/salata, öğlen ve akşam pişmiş sebze olsun.

Ekmek yemiyoruz ne kahvaltıda ne yemeklerde ne aralarda. Ekmek hayatımızdan çıkıyor.

Doymuş yağın damar tıkanıklığı yaptığı bilgisi yanlış.

Bitkisel yağ ise enflamasyon yaratıyor, özellikle kadınlarda hormonal dengesizlikler yaratıyor. Ayçiçek yağı, mısır yağı tüketmiyoruz. İlla yağlı yapacaksak yemeği, soğuk sıkma bir zeytinyağı ya da hindistan cevizi yağı kullanıyoruz.

Çok fazla balık yiyemiyor, hayvansal kaliteli yağ tüketemeyeceğimizi düşünüyorsak supplement olarak Solgar Omega 3 haplarından kullanabiliriz. Kapsüllerdeki epa ve dha miktarlarına dikkat edin, kutunun üstünde bahsedilen mg hesabı onlar üzerine olsun.

Chia tohumu da omega 3 kaynağı imiş ama çok da yeterli değilmiş. Tüketilebilir.

Çorba olarak terbiyeli çorba, sebze çorbası mümkün. Baklagil bu süreçte yok, yani mercimek çorbası falan içmiyoruz bu 4 aylık süreçte.

Ketojenik beslenme uyku kalitemizi artırıyor. Hayata bakış açımızı düzenliyor. Daha evrene güvenen, daha tahammüllü bir insan oluyoruz. Meditatif olabiliyoruz. Bağırsak sağlığımız düzeliyor. Bel çevresindeki yağlar genelde bağırsak sorunlarından oluşuyor. Depresyon, gece uykudan uyanmalar, gün içinde enerjisizlik, üşengeçlik, küçük bir nezleyi bile ilaçsız geçirememek bağırsak sağlıksızlığına dalalet.

Bağırsak florasını probiyotik supplement ürünler düzeltebiliyor. Bunlar maalesef Türkiye’de yok. Belki Therbiotic bulunabiliyor. Yurtdışında ise VSL #3 adlı bir tablet, tam tamına 112buçuk milyar bakteri içeriyor ve soğuk zincirle üretilmiş olmalı bu tabletler.. 1 ay bundan kullanıp, 1 ay bırakıp kendi yaptığınız kefirden de içebilirsiniz diyor Çağlayan.

Sirke ya da limonla yapılan turşular probiyotik yerine geçmiyormuş. Çünkü sirke bakterileri öldürüyor, steril. Fermente olmuyor o şekilde.

Tekrarlayalım: Ketojenik beslenmede protein enerji kaynağı olmuyor, yağ oluyor. Bu sebeple kas kaybı da olmuyor. Vücuda yağ yakmayı öğretmiş oluyoruz bu süreçte, böylelikle proteini yakmaya ihtiyaç duymuyor vücut.

Bu şekilde beslenildiğinde enerjik olunduğunu söyleyen Çağlayan, vücudun açlık hissetmediğini, kişinin sporu da daha rahat yapabildiğini söylüyor.

Ketosise girdiğimizi nasıl anlarız?

Yurtdışında şekeri ölçen kan pıhtısına bakan aletler gibi aletler varmış evinize alabileceğiniz. İlker Çağlayan, zaten enerjinizden bunu anlayacaksınız diyor, ama tuhaf bir durumla daha anlayabiliyorsunuz: nefesiniz aseton kokmaya başlıyor.

Bir yanlışı daha düzeltiyor İlker Çağlayan: akşam yenen yemek kilo yapar bilgisi yanlış; sporunuz akşamüstüne kaldıysa spordan sonra mutlaka protein tüketmelisiniz saat geç de olsa, diyor.

Kahvaltının günün en önemli öğünü olduğu bilgisi de yanlış. Uyandığınızda aç hissetmiyorsanız, enerjikseniz kahvaltı etmek için kendinizi zorlamayın diyor.

İlker Çağlayan’ın sunumu şu önerilerle bitti:

Aç hissettiğinizde önce bir bardak su için.

Yediklerinizi 25 kez çiğneyerek yutun.

Yemek yerken anda kalın.

Mutlaka hareket edin, gün içinde hareketli olun. (Ketojenik beslensem, bir de yüzsem yeterli mi mesela dedim, evet dedi, bu da kişisel bir not olsun.)

Kişisel olarak ekşi mayalı tahıllı bir dilim ekmek yemeyi, ara öğünlerimin olmasını, bu öğünlerde yoğurt, süt tüketmeyi seviyorum doğrusu. Şu an  240derece.com‘dan aldığım nefis cevizli çavdarlı ekşi maya ekmeklerimi tüketiyorum kahvaltıda, onlar bittiğinde şu ketojenik beslenmeyi denemeyi düşünüyorum doğrusu. Bağırsak problemi yaşayan biri olarak yoğurt ve sütü azaltmamda, ara öğünleri atlamamda fayda olabilir. Sabah ekmek yerine avokado ve bir adet fazla yumurta tüketmeyi de bir süre sonra oturtabilirim sanıyorum. Zaten akşam yediden sonra yemek yememeyi öğrendim.  Bakalım gerçekten de dediği gibi bir süre sonra ara öğüne ihtiyaç duymayacak mıyım bunu yaparken…

Deneyip mutlaka sizlerle paylaşacağım. Aranızda ketojenik beslenen, ya da bunu denemiş olan varsa, yorum yazarlarsa çok sevinirim.

Günlük Kalori İhtiyacımız ve Sağlıklı Kilo Verme/Alma Dengesi

Sağlıkla, beslenmeyle, kilo almak ve vermekle ilgili o kadar çok bilgi dönüyor ki etrafta… Bir de araştırma sonuçlarının sürekli değişiyor oluşu var ki beni benden alıyor. Örneğin yıllarca “yiyecekseniz bitter çikolata yiyin, daha sağlıklı, çok tüketmezseniz kilo aldırmaz, öbüründe süt var sonuçta, ekstra kalori, yağlı vs” gibi bir mantığa inandırıldık. Benim şahsen işime geldi çünkü bitter çikolatanın tadını daha çok severim. Hiç gözümü kırpmadan sütlü çikolatayı çıkardım hayatımdan. Şimdi tüm bildiklerinizi unutun diye yeni bir bilgiyle karşı karşıyayız. Evet, içeriği açısından bitter çikolata, sütlü ve beyaz çikolatalara kıyasla daha “sağlıklı” imiş, ve fakat kalorisi daha fazla imiş. O yüzden deniyor ki çikolata yiyecekseniz, neyi seviyorsanız onu yiyin, yeter ki az yiyin. (kahvenin yanında bir kare çikolata öneririm 🙂 )

Şu saatte yemek yiyin, bu saatte yemeyin ile de ilgili birbirini çürüten iddialar var. İddialar bitmez.

Şunu biliyoruz elbet, “sadece” sağlıklı besinler tüketmeye odaklanırsanız kilo veremezsiniz, hatta alabilirsiniz bile. Çünkü kilo almak aslında bedenimiz ve beynimiz açısından “sağlıksız” bir şey değil. Hatta genelde “sağlıklı olmak için kilo vermek” tabiri kullanılır ama bu da doğru değil ki, kime göre, neye göre… Kilo alamama problemi olan, beden, kemik yapısına göre olması gereken kilodan çok daha düşük kiloda olan, kas eksiği olan vs pek çok insan var. Her zamanki gibi burada da çoğunluk baskın çıkmış ve yemek yemeyi seven, dengesiz beslenip fazla kilo alan insanlar çoğunlukta olduğundan sağlıklı yaşam kilo vermek anlamına gelmiş ama önce bu algıyı kırmamız gerekiyor sanırım.

Eğer boyunuza, kemik yapınıza, yaşınıza göre yağ ve kas oranınızda bir sorun varsa, ki bunu ancak bir beslenme ve diyet uzmanına giderek öğrenebilirsiniz, o zaman hayatınızda sporu ve size uygun beslenme şeklini düzenli hale getirip yağ yakabilir, kas yapabilir, ya da sağlıklı yağları vücudunuza kazandırabilirsiniz. Vücutta sağlıklı yağa ihtiyacımız var. Kaslarımızın da erimemesi gerekiyor.

Gelelim günlük kalori ihtiyacımıza. Yaşa, kiloya, boya ve gün içinde ne kadar hareketli biri olduğunuza göre herkese özel bir kalori ihtiyacı var. Mesela ben 38 yaşındayım, boyum 1.66, 58 kiloyum, gün içinde hareketliyim ve spor yapıyorum. Bu bilgilere göre benim günde 2000 kalori almam gerekiyormuş. Bunu diyetisyenler de veriyor size ama internette de hesaplama formları bulabilirsiniz, aşağı yukarı doğru rakamlar veriyor.

Şimdi yine bir iddia vardı ki o da şöyleydi, günlük alman gereken kalori miktarını öğren, o kaloriyi geçmeyecek şekilde ne yersen ye, ne zaman yersen ye, kilo almazsın. Hatta sporcu bir adamı okumuştum, belirli bir süre boyunca sadece Mc Donald’sdan beslenmiş kalori miktarını hesaplayarak ve zayıflamış. Peki bu ne kadar doğru bir yaklaşım?

Amacınız içi boş bir şekilde hızlıca kilo vermekse bunun çok çeşitli yöntemleri var, iki günde üç kilo verdiren diyetler, sizi dürüm gibi kremli bir jelatine sarmalayıp bir saat koşturan ve o an ölçümünüzü yapıp bakın kilo verdiniz diyen mekanlar ve bunun gibi sürüsüne bereket yöntem. Bu yöntemler günlük, haftalık en fazla aylık olabilir. Sürekli bu şekilde yaşamanız da mümkün değil, o kiloyu korumanız da.

“Diyet yapıyorum, rejimdeyim, ya da kilo almak için kasıyorum, dünyaları yiyorum” gibi düşüncelerden sıyrılmamız gerekiyor. Kendi bedenimizi tanıyıp tüm hayatımız boyunca dengeli beslenmemiz gerekiyor.

Sadece sağlıklı beslenmeye odaklanarak kilo veremezsiniz demiştim. Ama kilo vermek için sağlıklı beslenmelisiniz elbette. Çelişkili geliyor olabilir. Durumu şöyle izah edeyim.

Avokado çok sağlıklı bir besin. (Kilo verdiğim süreçte tükettiğim bir meyve) İçindeki yağ vücudumuzun ihtiyacı olan sağlıklı ve kaliteli yağ. Harika. O zaman üç tane yiyelim: Ve kilolarımıza kilo katalım.

Muz. Besin değeri çok yüksek. Çok sağlıklı ve faydaları saymakla bitmeyecek bir meyve. Oh, her gün bir iki tane yiyelim o zaman. Gelsin kilolar.

Hindistan Cevizi yağı.  ( Kilo verdiğim süreçte tükettiğim bir gıda). Besinlerle birlikte alınan yağlar arasında en sağlıklısı. Oh, litre litre kullanalım. Ve obezite.

Kilo vermek isteyen bir insan avokado da yemeli, muz da, Hindistan cevizi yağı da. Fakat ölçüler önemli. Kaç tane yediğiniz önemli, ne boyutta yediğiniz önemli, kaç günde bir tükettiğiniz önemli.

Şimdi yakın zamanda okuyup pek çok şey öğrendiğim bir makaleden alıntılar yapacağım. Makalenin orijinali burada, merak edenler için.

Makalede 750 kalorilik bir gazlı içecek ile 750 kalorilik brokoliyi kıyaslanıyor. Örneğin Sprite gibi bir içecekten iki yudum aldığınızda 46 çay kaşığı şeker yemiş oluyorsunuz. Bağırsaklarınız da içinde lif olmayan früktoz ve laktozu hızlıca emiyor. Glükoz kan şekerinizi yükseltiyor, insülin yükseliyor. Yüksek insülin karın bölgesinde yağ birikimine yol açıyor. Kan basıncıyla oynuyor, kadınlık ve erkeklik hormonlarıyla oynuyor. Leptin hormonunuzun da dengesi şaşıyor. Leptin, beyne tokluk hissini gönderen hormon. Bunun dengesi bozulduğunda doyduğunuzu bir türlü anlamayıp yemek istemeye devam ediyorsunuz. Fruktoz direkt olarak karaciğere gittiği için de yağ üretiyor.

Şimdi brokoliye bakalım. 750 kalorilik bir brokolinin (ki bir tabak brokoli 50 kalori) 67 gramı lif. Sadece 1,5 çay kaşığı kadar şeker içeriyor. Geri kalan karbonhidrat düşük glisemik ve yavaş  emilen cinsten. 20 tabak brokoli yiyecek değilsiniz bir oturuşta, ama öyle olsaydı bile kan şekerinizde, hormonlarınızda karaciğerinizde  herhangi bir sıkıntı yaşamazdınız. Brokoli c vitamini kaynağıdır ve kanser hücreleriyle savaşır. Bağışıklık sistemini güçlendirir. Kemikleri kuvvetlendirir. Bu besini tükettiğinizde beyninize tok olduğunuz bilgisi gelecek ve yemeğe devam etmediğiniz için de gereksiz kilo almayacaksınız.

Son olarak, yine makaleden bir bilgi paylaşmak isterim. Karın bölgesinde gereksiz yağ istemiyor, hatta kaslarınızı kuvvetlendirmek istiyorsanız, birkaç ipucu:

Şekeri hayatınızdan tamamen çıkartın. Kesme şeker, toz şeker zaten çıkmalı, ama hepsi bu değil: şuruplar, şekerli tatlılar, kremalı kahveler,  alkol, meyve suyu, gazoz gibi “şeker”lerden de bahsediyoruz.

Unu hayatınızdan tamamen çıkartın. İki dilim ekmek kan şekerinizi iki yemek kaşığı sofra şekeri gibi yükseltiyor maalesef. Böreklere tuzlulara gelmiyorum bile.

– Güne yumurtayla, fıstık ezmesiyle, az avokado ile başlayın, yani protein ile. Tütsülenmiş balık bile ekleyebilirsiniz.  Simit, poğaça, donut, bagel olmasın kahvaltınızda, hatta mümkünse hayatınızda.

– Her öğünde biraz protein almaya bakın.  Az badem, ceviz, kabak çekirdeği, fasülye, tavuk ya da balık.

lezzet.com.tr

Sözün özü, kaloriler eşit yaratılmamış. Her besinin vücudunuzla olan hikayesi farklı. Yani mesele çok basitçe “gazoz tu kakadır, brokoli sağlıklıdır, tatlı şeyler de hep zararlı, tatsız şeyler sağlıklı” meselesi değil. Neyi, nasıl, ne şekilde tükettiğinizi bilirseniz, tüm doğal besinlerin çok lezzetli ve faydalı olduğunu fark edip bundan zevk almaya başlayacaksınız. Günlük kalori sınırınızı bilin, ama buna takıntı yapmayın, ya da uyanıklık yaptığınızı sanıp, “ben mc donalds yedim ama az kaloriyle işi kurtardım”ın peşinde olmayın derim.  Bu arada ben brokolilerimi buharda haşlayıp sonra rondodan geçirip püremsi bir çorba şeklinde tüketiyorum ki içinde başka bir şey olmamasına rağmen kremalıymış gibi oluyor. Tavsiye ederim.

Şekersiz Tarçınlı Kakaolu Kek Yaptım!

Evde bir çok malzeme birleşince anneanneme kek yapmaya karar verdim. Hazır yapıyorken de sağlıklı olsun dedim ve şeker, ayçiçek yağı ve normal un kullanmadım.

Malzemelerim şöyleydi:

3 oda sıcaklığında yumurta
1 su bardağı harnup pekmezi
Yarımdan biraz fazla su bardağı hindistan cevizi yağı
1 su bardağı laktozsuz süt
2 su bardağı tam buğday unu
1 paket vanilin
2 tatlı kaşığı kakao
1,5 tatlı kaşığı tarçın
Yarım paket kabartma tozu

Yumurtaları çırptım, pekmezi ekleyip çırpmaya devam ettim. İyice köpürdü ve kıvamlandı. Yağı ve sütü ekledim. Unu ekledim. Yine çırptım karışımı bir güzel. 1 paket vanilin ekledim. (Bu hazır toz vanilin yerine daha doğal bir şey eklemek istiyorum bir dahaki sefere, örneğin vanilya özütünü evde kendim yapabilirim, şöyle bir tarif buldum.) Kakao ve tarçını ekledim. Yarım paket de kabartma tozu ekledim. ( yine bir dahaki sefere kabartma tozu yerine 1-1,5 çay kaşığı kadar karbonatı bir çay tabağına döküp, üzerine 4 damla limon suyu damlatıp köpürmesini bekleyip, çırptığım kek hamurunun içine ‘son olarak’ bu karışımı ilave edicem, daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum.)

Silikon kek kalıbımı azıcık tuzsuz tereyağı ile yağladım ve azıcık da unumdan döktüm ki kek yapışmasın. Karışımımı kalıbımın içine döktüm ve 180 derece ısınmış fırında yaklaşık 40-45 dk pişirdim. İlk beş dakikadan sonra 180 dereceyi azıcık düşürdüm.

Tüm ev nasıl koktu bir bilseniz? Tarçın, pekmez ve hindistancevizi birleşimi keke azıcık acımtırak bir tat veriyor, isterseniz tarçını azaltabilirsiniz ya da bitter çikolatayı eriterek bir sos yapıp kekin üzerine dökerek tadı biraz artırabilirsiniz. Acımtrak tat korkutmasın, leziz bir kek! Hafif, sağlıklı, yumuşak, mis gibi.

Afiyet olsun 🙂


I had enough ingredients at home so decided to make my grandmum a healthy cake without sugar. I didn’t use sugar, sunflower seed oil and white flour.
My ingredients are as follows:

3 eggs
1 glass of carob syrup
½ glass of coconut oil
1 glass of lactose free milk
2 glasses of whole wheat flour
10 g vanillin
2 dessertspoonful cocoa
1,5 dessertspoonful cinnamon powder
5 g baking powder
So I whisked eggs and the carob syrup till it becomes thickened and foamy. I added the oil and the milk. I added the flour. Whisked again.Added the vanillin (next time I’ll make a homeade natural vanilla extract ) Added the cocoa and the cinnamon. I added the baking powder (next time I’ll use bicarbonate with some lemon juice to make the cake fluffy instead of baking powder)
I oiled my silicon cake tin with some butter and added very little of my flour so that the cake won’t stick on it. I pured the mixture inside the tin and I cooked it for about 45 minutes in 180C oven, heated before. I decreased the degree a little, after 5 minutes.
I can’t tell you enough how beautiful the smell of the cake was, it covered the house. The cake is so delicious, but let me warn you, it’s a little spicy because of the mixture of cinnamon, coconut and the syrup but it’s really delicious. You may want to use less of the cinnamon maybe. The cake is so light, healthy, soft and yummy!
Bon appetit!

 

Eğer Koşuyorsan, Koşucusun O Zaman! /If You Run, You Are a Runner!

 

Amerikalı maraton koşucusu John Bingham’ın sözüymüş bu. Annem yakın zamanda sporda giymem için bana cici bir t-shirt aldı, üzerinde If You Run, You Are a Runner yazıyor. Araştırdım ve kimin söylediğini, neden söylediğini buldum. Bingham şöyle söylüyor: Eğer koşuyorsan, koşucusun demektir. Ne kadar hızlı veya ne kadar uzağa koştuğun önemli değil. Bugünün ilk günün olması ya da yirmi yıldır koşuyor olman da önemli değil. Bundan geçmek için bir sınav yok, kazanman gereken bir lisans yok, alman gereken bir üyelik kartı yok, sen sadece koş!

Şu an bunu yazarken saat tam 11.11! Empatiklerin bu saate hep dikkat ettiklerini biliyor muydunuz?  🙂 Neyse, konumuza dönecek olursak, bu cümleler bana o kadar iyi geldi ki. Aslında bu cümleler bana tokat. Çünkü ben aslında böyle düşünmeyen biriyim. Ya da biriydim mi demeliyim. Mükemmeliyetçiliğimi kıran cümleler bunlar.

Annem şaka yollu bana hep “eh tabii, sen 25 insan olduğun için…” , der. Bazen de şöyle takılır, “sen zaten hep astronot olmak istiyordun değil mi?” Kadın haklı. Ben çocukluğumdan beri o kadar çok şeyle ilgilendim ki. Hala da öyle. Bu aslında harika bir şey fakat ben bunun bir sorun olduğunu düşündüm hep. Çünkü birden fazla konuyla ilgili olmak – tabii burada ilgiden kasıt geçici ilgiler değil, gerçekten ilgilenmek, o konuda bir şeyler yapmak istemek, bu konuda kendini yetenekli ve istekli hissetmek, üstüne gitmek istemek – insanı yoran ve odaklanma sıkıntısı yaratan bir durum. Çocukluğundan itibaren bir adet yeteneğini keşfetmiş, bunun üstüne gitmiş ve örneğin mimar olmuş, örneğin pazarlamacı olmuş, örneğin ressam olmuş, örneğin aşçı olmuş insanlara o kadar özendim ki. Ben gazeteci, yazar, psikolog, piyanist, şarkıcı, senarist, fotoğrafçı, editör, çevirmen, gezgin filan olmak istiyordum. Arada maymun iştahlı mıyım duygusu geliyordu. Sanata yakın her şeyi mi yapmak istiyordum? Ve yapabileceğime inanıyordum? Hayır, hakkımı yememeliydim, hiçbir zaman ressam olmak istiyorum demedim, ailemde mimarlar, iç mimarlar, çizimi çok sağlam insanlar olmasına rağmen ne bu konuda bir kabiliyet fark ettim kendimde, ne resim sanatına bir yakınlık hissettim, ne de ressam olacağım, mimar olacağım, tasarımcı olacağım dedim. Sinemayı seviyordum ama yönetmen olma duygum da yoktu hiç. Heykele karşı da aynı şekilde bir ilgim olmadı. Dansçı olacağım da demedim, izlemeyi sevmekle birlikte. Ama edebiyat, müzik, fotoğraf her zaman bulaşmak istediğim sanat dalları oldu, bir de psikoloji disiplinine yakın hissettim hep.

John Bingham

Peki ne yaptım? Romen dili ve edebiyatı okudum, çeviri yaptım, dergilerde çalıştım, araştırmalar yaptım, yazılar yazdım, Rotaract kulübü üyesiyken tiyatrolarda oynadım, web’i öğrendim, içerik editörlüğü yaptım, hikayeler yazdım, kısa film çektim, müzik klibi çekmeye çalıştım, arkadaşlarımla stüdyoya girip şarkı söyledim, sinema okudum, setlerde çalıştım, senaryo ekibinde staj yaptım, sinema yazarlığı yaptım, sinema içerik editörlüğü yaptım, yolculuk yaptım, gazetecilik yaptım, röportajlar yaptım, koordinatörlük yaptım, PR yaptım, çeviri okudum, altyazı çevirdim, kitap çevirdim. Menajerlik yaptım, müzik grubuyla birlikte sahneye çıkıp kalabalıklara şarkı söyledim.

Belki, “vay be, harika, istediğin her şeyi yapmışsın işte” diyorsunuzdur şu an okurken. Fakat ben bunları yaparken hep bir arayış içindeydim. Esas hangisi? Hangisinin üzerine gitmeli? Hiçbiri bende “her şeyi bırak ve buna odaklan” duygusu yaratmadı. Bu yüzden kendimi hep eksik hissettim. Ben kimdim? Bir mimar değildim, bir aşçı değildim, bir şarkıcı değildim. Sinema yazarı ve çevirmendim, editördüm aslında, ama yetmiyordu sanki. Ya da tam “ben” gibi hissetmiyordum.

Felsefe, kişisel gelişim okumalarımla, meditasyon çalışmalarımla artık kafam çok daha aydınlık bu konuda. Biz işlerimiz değiliz ki? Sistem sana “bir şey ol” diyor ayrıca. Evet, gerçekten hayatını mimar olmaya adamış bir insana hala hayranlık duyuyorum, ayrıca bir mimar da sadece bir mimar değildir ki, hobileri vardır, yapmaktan hoşlandıkları vardır. Ben belki de işle hobiyi birbirinden ayıramadığım için bu sıkıntıyı yaşadım. Ama pişman değilim, ben buyum çünkü.

Bugünlerde sağlıklı yaşama odaklıyım. Her zaman ilgim olan psikoloji bilimine de tekrar yakınlaştım. Çünkü kendi düşünce ve alışkanlık sistemimi tamamen değiştirebildiğim bu süreçte, sağlıklı yaşamı hayatına sokmak isteyen insanlara psikolojik anlamda destek vermek düşüncesi beni çok heyecanlandırıyor. Bunun için ne eğitim gerekiyorsa alıp bu konuya yönelme eğilimindeyim. Hala sinemayla ilgiliyim, sinema yazıları yazıyorum bazı mecralarda, hala edebiyata ilgiliyim, okuyorum, yazıyorum, bir kitap yazma hayaliyle tutuşuyorum. Hala müzikle ilgiliyim, dinliyor, konserlere gidiyor, en yakın zamanda şan dersi almayı düşünüyorum. Amacım albüm çıkarmak değil, Türkiye’nin en iyi sesi de ben değilim ve olmayacağım. Amacım sevdiğim bir şeyi daha iyi yapmayı öğrenmek ve yaparken daha çok keyif almak. Tamamen bencilce yani 🙂

Ve işte bu noktada John Bingham’ın söylediklerine geri dönebiliriz. Eğer şarkı söylüyorsam şarkıcıyım demektir, eğer spor yapıyorsam sporcuyum. Yazıyorsam, yazarım. İlla en iyisi olmam, birilerine bir şey ispatlamam gerekmiyor. Ne yapıyorsam, oyum zaten. Kimsenin bana yeterince iyi bir şarkıcı değilsin, yeterince iyi bir yaşam koçu değilsin, kitabını beğenmedim ya da çok iyisini harikasın demesine ihtiyacım yok. Sadece yapacağım. İçimden gelen ve istediğim şeyleri. Elbette başkalarına zarar vermeden, başkalarının sınırlarına girmeden. Başkalarının uzmanlıklarına saygısızlık etmeden. Bence en önemli sınır bu.

Ne iş yapıyorsun, ya da kimsin dediklerinde cevaplamakta biraz zorlandığımı kabul ediyorum bu noktada. Fakat sanırım bu tarz sorulara, “bugünlerde..” diye başlayarak cevap verdiğimde çok sıkıntı kalmıyor. Kimseye ben aslında buyum, şuyum, ben şunları yaptım diye bir şeyleri açıklamak, ispatlamak zorunda değiliz. İçsel olarak ne yaptığımızı bildikten, savrulmadıktan sonra, her şey olabiliriz. Evet, ben 25 insanım. Ne yapıyorsam oyum ve aslında hiçbir şey değilim. Ne yapmak istiyorsam oyum, neyi yapabiliyorsam, ne imkanım varsa, oyum. Bugün bana ne getiriyorsa oyum.

John Bingham’ın başka bir sözüyle bitireyim:  Bitirmem değil mucize. Asıl mucize,başlamak için gösterdiğim cesaret.
Hadi, sen de başla. Ben başladım 🙂


If you run, you are a runner.

This is a quote from the marathon runner John Bingham. My mother bought me a t-shirt for me to wear while working out, and this quote is on this t-shirt, so I googled it and found out who said it, why he said it. The sentence goes on like this: “If you run, you are a runner. It doesn’t matter how fast or how far. It doesn’t matter if today is your first day or if you’ve been running for twenty years. There is no test to pass, no license to earn, no membership card to get. You just run.”
It’s 11.11 right now! Do you know that we empaths pay attention to this hour every now and then? Anyways, back to our subject. As a perfectionist, these sentences hit me hard! I’m trying to be a “former” perfectionist by the way 🙂
Mum always teases me and says, “well, now that you are 25 people…”! And sometimes she says, “ah yes, you always wanted to be an astronaut”. She’s right. My interests have been always more than one thing, since my childhood. Still the same though. Great thing though. But I always thought it was a problem. Because it makes focusing hard. I always envied people who could find their one talent when they were small, and then focused on the right education and became an architect for example. Or a painter. Or a cook. Or a salesman. Whatever. Just what they’re capable of. Focused. I wanted to be a journalist, a writer, a psychologist, a pianist, a singer, a screenwriter, a photographer, an editor, a translator, a traveller… I always asked myself, am I whimsy? Do I want to do just anything about art and don’t know myself? But no, I never wanted to be a painter, an artist. I was never even interested in painters, artists and what they did. I never asked myself if I have a talent about drawing, since I have lots of relatives having this talent and became architects, interior architects etc. They drew so nicely but I never questioned myself about those. Never about being a designer for example. I always loved cinema but never thought of being a director. I never cared about sculptors. Never thought if I could be a dancer. Always loved to watch though. But literatüre, music, photography, they always attracted me, I always wanted to make something about them. I loved to write, I loved to sing, I loved to shoot photos. I loved travelling. I loved thinking. I loved thinking about being a human. I loved psychology. I loved writing and talking about human behaviours. I loved the idea of the character improving.
So what did I do? I studied Romanian Literature and language. I made translations, I worked in press, I wrote stuff, I played in theater plays when I was a Rotaract member. I learned about web. I worked as a content editör, I wrote stories, I shot a short movie, I tried to shoot a music video clip. I sang songs with my friends in studios. I studied cinema. I worked as a movie critic, I worked as a managing editör of a cinema web site. I travelled a lot. I worked as a journalist. I worked as a coordinator. I made some PR for some companies. I studied translation. I translated movie subtitles, I translated a book. I worked as a manager for a music group. I even sang with them on stage in front of lots of people.
So it sounds great, right? I did what I wanted. But I was not calm when I was doing these. I was not aware. I was searching for something. I was asking myself, which one? Which is really me? Which should I focus on? Neither of it were the only thing I wanted to do. I didn’t want to focus on only one thing. I wasn’t enough attracted to any of it. So I always felt that something was lacking. Who was I? I was not an architect. I was not a cook. I was not a singer. Ok, I was professionally a movie critic, and editör and a translator but it was somewhat not enough. I was not feeling “me” enough.
By the help of my philosophical readings, personal development readings, my meditations, it’s brighter now. It’s settled. We are not our jobs. We are not our talents. Of course I still admire an architect doing his job but he is not only an architect either. He has other talents, some hobbies, some things he likes to do and hates to do. Maybe I had problem with it because I didn’t seperate my jobs with my hobbies. But I don’t feel regret because it’s me.
Nowadays, I’m focused on healthy living. It got me closer to my old love, psychology. Because while I am in a process where I could totally change my way of thinking and my habits about health, I can’t be more excited about supporting people psychologically about a healthy life style if they really want to change things. So I’m headed to the education I need to make it for the best. Of course I’m still interested in cinema and I continue writing about movies in some medias. I’m still interested in literature, I read more than ever, I write. I’m still interested in music, I listen to new music, I go to concerts, I’ll even get singing lessons. Yes. My goal is not to make an album. I won’t claim that I’m the best voice, I won’t be. But it’s a very selfish goal for me to educate myself on things I like to do, to make them more consciously. So, when I sing to my friends or to myself, I’ll have more fun and I’ll feel better, that’s all 🙂
So at this point, we can go back to what Bingham said. If I sing, I’m a singer. If I make sports, than I’m a sports person. I don’t have to be the best of it. I don’t have to prove anything to anyone. I am what I do. I don’t need anyone to tell me I’m not good enough being a singer, a coach, or that I’m very good at it. I’ll just do whatever I can and want. Of course in my own borders, not harming anyone. It’s the most important thing.
The hardest questions for me to answer are: what do you do for a living? Who are you? But I guess I better answer these kinds of questions starting with : “nowadays,….” I don’t have to prove anyone what I have been doing, what I actually have done etc. If you know what you’re doing, you can be anything. Yes I am 25 persons. I do what I want and I am none of them. I’m all of them. I am what I can do. I am what today brings me.

Let me finish with another quote from John Bingham: The miracle is not that i finished but that i had the courage to start!

Come on, start it. I did!

Bağırsak Bir Türlü…

 

Yıllar yıllar önce ailemle yaşarken, bir hafta sonu onlar yazlıkta ben ise kışlıktaydım. Karnımda ilginç bir sancı vardı. Gece uykumdan uyandıracak kadar büyük bir karın ağrısı çekiyordum. Her zaman karın bölgesi azıcık tombiş biri oldum ama bu ağrı başladığından itibaren şişkinlik artmıştı. Kendimi çok fazla yemek yemiş gibi hissediyordum ama aslında çok fazla bir şey de  yememiştim. Tuvalete çıkmakta da zorlanıyordum. O zamanlar da internet yeni, ve herşeyi internetten öğrenmeyi düstur edindiğimiz ilk yıllar. Daha fazla dayanamadım ve semptomları yazdım Google amcaya. Bağırsak, hazımsızlık, şişkinlik, tamam evet, hatta böyle karında bir kese oluşur diyor, ben karnımda şişkin olan bir bölgeyi kendi kendime sıkıp evet evet, işte, kese oluşmuş diyorum, vee sonuç: bağırsak düğümlenmesi! Evet, tüm semptomlar aynı, ben o an bağırsak düğümlenmesi yaşıyorum paniğiyle gecenin bir yarısı ailemi iki saat mesafelik yoldan çağırdım. Ertesi sabah apar topar hastaneye gittik, koşa koşa doktora, “bende bağırsak düğümlenmesi oldu, bir bakın” dedim. Adam tuhaf tuhaf baktı yüzüme, muayene etti. “Nereden çıkardın” dedi “bağırsak düğümlenmesini?”  E dedim, tüm tanımı yaşadıklarımla birebir tutuyor, okudum internetten.Öyle mi” dedi doktor hafif sesini yükselterek, “demek internetten okudun. Ben kaç sene okul boşuna okudum o zaman, pardon” dedi.

Kızardığımı hatırlıyorum. “Bağırsak düğümlenmesinde böyle kapıdan koşa koşa gelemiyorsunuz hanımefendi” dedi, “ben size gelmek durumunda kalıyorum Allah korusun.”

Doktorun muayenesi sonucu bende “irritabl bağırsak sendromu” olduğu ortaya çıktı. Spastik kolon da deniyor. Benim bağırsaklar üzerinize afiyet spastikleşmiş. Bazı ilaçlar, belirli bir rejim, bir de psikolog önereceğim dedi doktor. Sana tavsiyem, dedi, patronuna kızıyorsan git konuş, anana babana kızıyorsan, git bağır çağır, sevgiline kızıyorsan kavga çıkar, içine atma, özel insanmış gibi davranma, biraz Ayşe, Fatma ol canım, dedi. (Tüm Ayşe ve Fatma’lardan özür diliyorum.)

İrritabl Bağırsak Sendromu Nedir?

Toplumumuzda en çok görünen sindirim sorunlarından biriymiş. Karın bölgesinde rahatsızlık/hazımsızlık  hissi, şişkinlik, ağrı, ishal ya da kabız olarak seyrediyor. Sindirim sistemi iyi çalışmıyor. Kaslarda bir hassasiyet var. Ben hayatımın çok fazla bir bölümünü kabızlık çekerek geçirdim. Çok hafif bir yemek bile yesem iki porsiyon kebap yemişim gibi kalktığım çok oldu sofradan. Anlatılmaz yaşanır bir sıkıntı.

Neden oluyor?

Bazı yiyeceklere hassasiyetin var, gün içinde hareketsizsin ve psikolojik durumunda bir sıkıntı yaşıyorsun. Bunların hepsi biraraya gelince nurtopu gibi spastik bir kolon rahatsızlığın oluşuyor. Doktorum bana dişlerimi, yumruğumu sıkar gibi bağırsaklarımı sıktığımı söyledi.

Nasıl geçecek?

*Hangi besinleri tükettikten sonra bu şikayetin arttığına dair biraz dedektifçilik oynayarak.

*Ana öğünlerin yanı sıra ara öğün de yiyerek, sık ve az beslenerek.

*Acele yemek yemeyerek.

*Tuvalete vakit ayırarak. (bu benim hiç yapmadığım bir şey mesela)

*Düzenli fiziksel aktiviteler yaparak.

*Gün içinde en az 15 dakika meditasyon yaparak.

*Lifli yiyecekler yiyerek.

*Laksatif meyvelerden hoşaf, komposto yapıp içerek.

*Bol su içerek.

*Bol çorba içerek.

*Probiyotik yoğurt tüketerek.

*Bitki çayı içerek.

*Yağlı ve gaz yapan yiyecek/içeceklerden sakınarak.

Aslında farkındaysan,  sağlıklı yaşayarak, anlamına geliyor bunlar.

Bu arada, hastalıkların hepsinin psikolojik durumumuzla ilgili olduğunu söyleyen pek çok araştırma var. Son zamanlarda okuduğum iki kitaptan bahsetmek isterim bu noktada. İlki Metin Hara’nın ilk kitabı Yol. Metin Hara, Çapa Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon mezunu, İnsana Güven merkezinin kurucusu bir genç. Metin, kitabında insan bedeninin mükemmelliğinden, ihtiyacımız olan her şeyin içimizde zaten var olduğundan bahsediyor. Hastalık dediğimiz kavramın aslında vücudun içerideki organizmalarla savaştığının göstergesi olduğunu söylüyor. Ağrı dediğimiz şeyin bize neyin yanlış gittiğini söylemesine izin vermemiz gerektiğini söylüyor.  Önce zihin, sonra beden hastalanır, diyor. Uzakdoğu, tıbbi hastalıkların zihinsel nedenleri üzerine kurulmuştur diye anlatıyor. Amerika’da yapılan araştırmalarda belirli psikolojik yapıların belirli hastalıklara daha sık yakalandığı saptanmış. “Mesela meme kanseri vakaları fedakar yapıdan, karaciğer problemi öfkeden, mide problemleri stresten, bel ağrıları sorumluluk altında olmaktan, diz problemleri inatçı ego ve gururdan, diyor. Metin Hara kitabında tüm organlarımızı tek tek ele alıyor. Bağırsakla ilgili söyledikleri şöyle: İnce bağırsak problemleri, yaşananları hazmedememekle ilgilidir. Kalın bağırsakla ilgili rahatsızlıklar ise, artık ihtiyacımızın olmadığı şeyleri bırakamamakla ilgilidir.”

Metin Hara’nın Yol ve Dem kitaplarını tavsiye ederim. Kişisel Gelişim ile ilgili lütfen önyargılı olma. Evet, her önüne gelen kişisel gelişimci, her önüne gelen koç, herkes kitap yazıyor ama şöyle düşün lütfen, her önüne gelen müzik de yapıyor ama bazı müzisyenlere kulak veriyorsun değil mi, albümünü dinliyor ve aa bu farklıymış, diyorsun. Aslında algıda seçicilik söz konusu. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, artık herkes her şey! Bu yüzden her konuda seçici olmayı bilmekte fayda görüyorum.

 

Şu an elimden düşürmeden okuduğum, hatta bir ders gibi, defterimle kalemimle birlikte çalıştığım bir diğer kitap da bana hastalıklarla ilgili benzer şeyler söylüyor. Louise Hay imzalı bu kitabın adı Sağlıklı Yaşam İçin Kendini Sev. Bu kitapta da sindirimle ilgili şunlar yazıyor: “Sindirim sisteminiz bedeninizde beynin yardımı olmadan işlevini yapan tek sistemdir, bağırsakların sindirim sistemine bazen “ikinci beyin” adı verilir. Sindiriminizin en iyi yanı, seçimleriniz ne kadar sevgi dolu olursa, o kadar sağlıklı olmasıdır. Genleriniz dışında sindirim sorunlarını artıran en önemli etkenler yaşam biçiminizle ilişkilidir. Sindirim beyinde başlıyor. Daha fazla lif tüketimi, bol su içmek, yeterli uyku, egzersiz ve stresin azaltılması elbette harika ilkeler. Fakat bunların yanı sıra düşüncelerinize de dikkat etmenizi öneriyoruz. Dışkının metafiziksel anlamı yaşamı içeri almak, bize yarayanları özümsemek, gerek duymadıklarımızı bırakmaktır. Neyi, ya da kimi sindiremiyorsunuz? Yediklerinizi sindirmenizle yaşamı sindirmeniz arasında bir bağlantı var.  Korktuğunuz sürece yaşamı sindiremiyorsunuz. Bağışıklık sisteminin yaklaşık %70’iden fazlası bağırsakta konumlanır. Ne yerseniz, osunuz. Bedendeki serotoninin %90’ı da bağırsaklarda bulunur. Beyindeki duygular sindirim sistemini etkiler.  Bağırsaklarınız ne hissettiğinizden, nasıl davrandığınızdan, nelere odaklandığınızdan, uyuyup uyumadığınızdan, bütün olarak sağlığınızdan ve yaşamdan keyif almanızdan sorumludur. Burada irade de devreye giriyor. İnsan bedeni bir mucizedir. Ona iyi bakarsanız, ona iyi şeyler gönderirseniz, o da size iyi cevap verir. Kilo almak vücudun kendini korumaya almasıdır.”

İki kitapta da çok fazla ortak nokta ve bilgi vardı, bunlar sadece küçük bir kısmı; özellikle bu postta ele aldığım konu bağırsak sendromları olduğu için bu alıntıları yapmak istedim. Böylelikle sana iki tane de nur topu gibi kitap önerisinde bulundum.

Velhasıl, benzer bir sıkıntı yaşıyorsan sakın bu yazımı okuyup teşhisini kendin koyma. Önce bir doktora, bir uzmana görün. Daha sonra gerçekten senin de sıkıntın buysa, buradaki okumalar işine yarayabilir, tekrar dönüp bakarsın. Ben ettim, sen etme, Google amcaya çok güvenme.

Yoga’ya Başlıyorum!

Ben üniversitedeyken, yani yıl 90’ların sonuyken duymuştum yogayı ilk. Şöyle bir incelemeyle ürktüğümü hatırlıyorum. Zor ve herkesin yapamayacağı bir aktivite olduğunu düşünmüştüm. Nefes çalışmaları, doğru nefes almak ile bağını duyunca ise bir yandan ilgilenmiş, bir yandan da yine ürkmüştüm. Bende astım var, nefes borum dar olduğundan özellikle ilkokul ortaokul lise yıllarımda epey rahatsız edici derecede nefes darlığı çektim.

Biraz şu astımdan da bahsedeyim aslında. Babam astım hastası, onunki biraz ciddi boyutlarda, kriz gelebiliyor, fısfıs kullanmadan düzelemiyor, kendini çok kötü hissettiği günler oluyor. Benim de çocukluğumdan beri nefesim yetmiyormuş gibi fazla fazla çekerdim burnumdan havayı ve annem bunu fark edip tanıdığı doktorlara sorduğunda, “psikolojik psikolojik” deyip geçilmiş, ciddi bir şekilde muayene edilmemişim. İçine kapanık bir çocuktum, empatik olduğumdan, fazla hassas bir çocuktum, buna bağlamışlar. Spora falan yazdırmışlar beni, bir de rahatlatıcı şuruplar falan vermişler. Yıllar sonra bir gün bir Rotaract toplantısında yanımda bir doktor oturuyordu ve laf lafı açınca nefes darlığım var dediğimde beni hastanesine çağırmıştı. Yapılan tetkikler sonucu kalıtımsal olarak nefes borumun bir parça dar olduğu ortaya çıktı. Almam gereken nefesin %70’ini alabiliyormuşum. Ama bu düzelebilecek bir durummuş. Psikolojik nefes darlığı diye bir hastalık olamaz, dedi doktorum, psikolojik durumun, bunu artıran, tetikleyen bir etmendir, dedi. Yani dar bir nefes borusu ve empatik bir ruhu birleştirince ortaya nefes darlığı çıkması epey doğal. Hayatım boyunca hiç sigara içmedim çok şükür, fakat o zaman doktor bana da babamın kullandığı fısfıslardan verdi, bir de spor yap gerçekten, aç nefesini dedi.

O dönem kullandım fısfısları ihtiyaç hissettikçe. Spora da bir yazıldım bir bıraktım, bir stepteyim, bir aerobikte, bir sabah yürüyüşlerinde, ama sonra bıraktım hep, devam etmedim. Şimdiki gibi sağlıklı yaşam manyaklığım yoktu 🙂

Zaman içinde nefes darlığım düzeldi, şu an neredeyse hiç hissetmiyorum. Hele ki düzenli spordan sonra gerçekten nefesinizi açabiliyorsunuz. Ben azıcık koşsam tıkanan bir insandım, şu an tıkanma nasıl bir şeydi hatırlamıyorum, hatırlamak da istemiyorum.

Velhasıl, o dönemlerde yoga da beni korkutan, “benlik değil” dediğim ve uzak durduğum bir aktiviteydi. Fakat spiritüel okumalarımda da hep karşıma çıkıyordu.

Son dönemde yoga çok moda, biliyorsunuz. Hiç ilgilenmeyenin bile dimağında yogaya ait birtakım bilgiler var. Her yer yoga kursu, yoga merkezi. 5 arkadaşınızdan biri yoga etkinliğine katılıyor, yalan mı? Etrafta yoga matları, kıyafetleri satılmakta. ( Kişisel gelişim gibi, meditasyon gibi, içi de boşaltılmış bir disiplin maalesef. ) Eh, hal böyle olunca, bir tık daha fazla bilgi almak, neymiş ne değilmiş yakından görmek kolaylaştı benim için de.

Birkaç kez izledim yapan arkadaşlarımı. Sonra da cesaret edip bir yoga kampına gitmeye karar verdim. İki sene önce karşıma Datça’da gerçekleşecek bir yoga kampı çıktı. İstanbul’dan iki adet kadın yoga hocası düzenliyordu. Hocalardan Ece de Datça’da yaşayan arkadaşım Zeren’in en yakın arkadaşlarından biri çıkmadı mı? Canım tesadüflerim!

 

Topladım çantamı, aldım matımı, çıktım yola. İyi ki de çıktım. Ovabükü’nde Melinda Pansiyon’da kaldık. Her sabah ve her akşam birer saat başlangıç seviyesinde yoga yaptık. Beni bu kadar enerjik kılacağını hiç bilemezdim. Sabah yoga bittiğinde, kahvaltıya ve denize saldırdım adeta. Enerjimi devam ettirmek, hareket içinde olmak istediğimi hatırlıyorum. İlk gün dışında erken uyanmak da hiç zor olmadı, hatta bayıla bayıla uyanmaya başladım. Yoga bitişinde bazı aromatik yağlarla başımıza masaj yapıyordu Ece, yaklaşık bir 10 dakika uzanarak meditasyon yapıyor/dinleniyorduk. Nefisti, nefis.

 

Döndüğümde kendime bir yoga DVD’si aldım. Birkaç gün yaptım evde kendim, sonra bıraktım. (Kişisel disiplinim pek yok sanırım. ) Sonra evime yakın bir yoga merkezi keşfettim. Yoga Şala’da birkaç kez yoga çalışmalarına katıldım. 2015’te Moda’da bir açık hava yoga etkinliğine katıldım kuzenimle birlikte. Böylelikle Erol Benjamin Scott ile tanıştım, kendisi çok güzel etkinlikler düzenliyor ve bize yoga ile ilgili sık sık bilgi e-mailleri geçiyor.

Fakat henüz spor gibi, sağlıklı beslenme gibi, hayatımın bir parçası haline getiremedim doğrusu. Geçtiğimiz günlerde Caddebostan’da açık havada bir yoga etkinliği vardı, ona katıldım, aslında kaç zamandır yapmadığım için biraz zorlandığımı söylemem gerek. Yoga zor bir şey mi ki dersen, aslında vücudun biraz esneklik kazanması gerekiyor. Acele etmemeyi de öğrenmek gerekiyor. Bedenine hakim olmayı öğreten bir disiplin zaten yoga, yaparken kendinle ilgili pek çok şeyi fark ediyorsun. Bir nevi meditasyon, ama hareketlisi ve aktif olanı diyebiliriz aslında.

 

Genel anlamda yoga nedir sana biraz kendi bildiklerimden bahsetmek isterim ve biraz da şahsen ne gibi duygular hissettiğimi anlatabilirim yoga yaparken.

Sanskrit dilinde kullanılan Yuk, yok, yuj sözcüklerinden türemiş. Bütünleşmek, birleşmek anlamına geliyor. Yoga’nın yapılma sebebi de doğayla, evrenle, benliğimizle, özümüzle birleşmek, bütünleşmek, yani aslında zaten bir olduğumuzu hatırlamak. Hem fiziksel, hem zihinsel hem de ruhsal bedeni olumlu etkileyen bir disiplin. Milattan önce üçüncü yüzyıl kalıntılarında lotus pozisyonunda oturan adam görselleri bulunmuş. Çin’de, Tibet’te de benzer heykellere rastlanmış. İndus vadisinde, Hindu toplumunun atası olarak bilinen İndus medeniyetinin yoga hareketleri ile felsefesini bir yaşam biçimi olarak benimsediği kanısı oluşmuş.

 

Yoga aktif hareketlerden oluşan bir etkinlik olsa da, yogaya basitçe sportif bir etkinlik olarak bakamayız. Yoga felsefesinden kasıt ta bu. Doğru egzersiz, doğru beslenme, doğru nefes, doğru rahatlama/gevşeme ve doğru meditasyon ilkelerini benimseyen bir yolu işaret ediyor yoga.

Batı dünyasının yogayı keşfi 1800’lere dayanıyor. 1893 yılında Chicago’da World Parliament of Religions toplantısında Hint guru Vivekananda ilk kez yoga hakkında evrensel bir konuşma yapıyor. Yine 1946 yılında Paramahansa Yogananda’nın yazdığı Bir Yoginin Otobiyografisi, batıda da çok ilgi çekiyor. 1961’de Richard Hittleman Sağlık için Yoga kitaplarını yazmış. 1960’ların sonunda Woodstock kuşağı tabir edilen gençler yogayla ilgilenmeye başlıyor, aynı yıllarda Hare Krişna hareketi tanınıyor. Beatles üyesi George Harrison 1969’da The Hare Krishna Mantra adlı 45’liği çıkarıyor. 1970’ler, New Age çağı malum… O dönemde de ilerki postlarımda sıkça bahsedeceğim Osho’nun felsefesi Batı’da büyük yankı uyandırdı.

Bu postta sana yoga ile ilgili bazı bilgileri çok eğlenerek ve çok şey öğrenerek okuduğum Acemi Yoginin Elkitabı – Yeni Başlayanlar İçin Yoga kitabından derledim. Esra E. Karaosmanoğlu imzalı bu kitabı edinmeni tavsiye ederim, eğer sen de benim gibi yogada yeniysen ve sıkılmadan, eğlenceli bir şekilde, neymiş bu yoga gibi sorularının cevaplanmasını istiyorsan…

 

Ben kişisel olarak yoga yaparken öncelikle bedenimle ne kadar da bağlantıda olmadığımı fark etmiştim. Hani hep ruhla, özle kontakta olmayı konuşuruz ya, sanki bedenimiz, zaten dışarda olduğu için onunla çok bağlantıdaymışız, ya da onunla bağlantıda olmak diye bir şey yokmuş gibi gelmiş bana o zamana kadar. Beden zaten belli, ben ruhuma ulaşayım derken bedenimi gerçekten de görmezden gelmişim adeta. Spor yaparken hareketlerimiz daha hızlı ve tempoludur. Bir hareketi birden fazla yapmaya ve terlemeye, kalbimizin atışını artırmaya, kaslarımızı güçlendirmeye, yağları yakmaya odaklanırız daha çok. Müzik vardır genelde sözlü ve hareketli. Bedenimiz için yapıyor olsak da hareketleri, çok da kendi bedenimizin farkında olarak yapmayız bunu çoğu zaman. Hız ve dış etkenler aktiftir daha çok. Yoga ise bana meditatif spor gibi geliyor. Acelemiz yok. Terlemeye, kas geliştirmeye ve yağ yakmaya odaklanmış değiliz. Müzik yok, ya da  sakin, genelde sözsüz, belki mantra*lı müzikler var. Yoga hocamız varsa onun yönlendirmeleriyle kendimize döndüğümüz sakin bir hal içerisindeyiz. Kendi kendimize yapıyorsak da aynı şekilde. Bedenimizin pek çok yerini hareket ettiriyoruz, hatta bunlar bedenimizi, kaslarımızı zorlayıcı hareketler de olabiliyor. Bu sayede aslında o anda bazı ağrılarımızı da fark edebiliyoruz. Bazı esnekliklerimizi de fark ediyoruz. Bedenimiz bizimle konuşuyor. Buna vakit var. Yogada zorlama da yok, yoga hocalarımız yönlendirmelerini yaparken her zaman bu konuda uyarırlar, zorlanıyorsanız bırakın derler. Yoga hocalarımızın yönlendirmelerinde en sevdiğim, en ilgimi çeken kelime “araştırma” kelimesidir. Bir hareketi deneyimlememizi isterken  bedenimizin bize o anda hissettirdiklerini “araştırma”mızı ister hocalarımız. O an tamamen bize ait çünkü, örneğin üst bedeninle sola doğru döndün, o anda kendinlesin, neler geçiyor zihninden, bedenin bu hareketi sana ne hissettiriyor, kendini nasıl hissediyorsun, bunları hissedebiliyorsun o an. Kendinle bağlantıdasın işte. Kendi bedenini sevdiğini fark ediyorsun çoğunlukla. O senin çünkü, sana ait, bunu fark ediyorsun. Belki de biraz ilgiye ihtiyacı var senin tarafından, bunu fark ediyorsun. Ben yogada egomla çok karşılaşıyorum. Hareketleri doğru yapmaya çok takıldığımı fark ediyorum mesela, ya da nasıl göründüğümle. Dışardan kendimi görmek istiyorum o an bazen. Bir hareket zor geldiğinde buna üzüldüğümü, daha iyi yapabilmek istediğimi fark ediyorum. Bu kişisel olarak üzerinde çalışmam gereken bir konu mesela. Büyük ihtimalle mükemmeliyetçiliğimle ilgili bir durum var orada. Kendimi yargıladığım, zorladığım konular var. Bunu fark ediyorum. Öte yandan, tıpkı meditasyonda anlattığım gibi, kendine ayırdığın bir zaman olduğu için içten içe şımarıyorsun. Seni iyi ve değerli hissettiren bir süreç yoga.

Bu arada, yoganın içinin boşaltılmışlığı ile ilgili muhteşem bir makale okumak istersen burada.  Türkçesi ise burada.

Elephantjournal.com, yeri gelmişken tavsiye edebileceğim, içi boşaltılmamış kişisel gelişim için mükemmel bir İngilizce kaynak.

Son önerim de, yolculuk postumda bahsettiğim arkadaşım Arzu’nun Feel Good isimli youtube kanalı olacak. Namaste!

*mantra:  Genelde Sanskritçe olan, zihni boşaltmak, konsantrasyonu artırmak,  için tekrarlanan hece, sözcük ve sözcük gruplarının melodiyle birleşmesi 

 

Sağlıklı ve Hafif Bir Cheesecake Yaptım!

Bu benim ilk cheesecake yapışım. Canım tatlı istemeye başladı bu aralar ve sağlıklı, hafif bir cheesecake nasıl yapabilirim diye epey araştırdım, benim tarifim şöyle:

1 paket limon lifli Eti Form, 5’er adet badem, ceviz ve fındık, ve 2 yemek kaşığı yulaf ezmesini birleştirip Magic Bullet ile unufak ettim. Üzerine 1/3 çay bardağı laktozsuz süt ekledim, iyice karıştırdım. Bu karışım kekin tabanı için.  Aynısından bir tane daha yaptım. Bu iki karışımı birleştirip kelepçeli kek kalıbıma yaydım, iyice bastırdım. Buzdolabına koydum sertleşmesi için. Bir kaba bir kutu light labneyi aldım suyunu süzüp. Üzerine 3 yemek kaşığı laktozsuz yoğurt ekledim. Çırpıcı ile karıştırdım. İki yumurtayı tek tek  kırıp ekledim ve çırptım. 2 yemek kaşığı tam buğday unu ekledim. 2 yemek kaşığı harnup pekmezi,  yarım paket toz vanilya ve 1 limonun kabuğunu ekledim.

Dolaptaki bisküvili pasta tabanını çıkarttım ve bu yeni karışımımı tabanın üzerine döktüm, iyice düzelttim. Alüminyum folyo ile kelepçeli kek kalıbımın etrafını sardım. İçi su dolu bir fırın kabına, bu kalıbı yerleştirdim, önceden 160 derecede ısıtılmış fırında 40 dakika kadar pişirdim.

Üzerine sos olarak benmari usulü eriteceğiniz bitter çikolatadan (%80 kakao) azıcık gezdirebilirsiniz, ya da bir sos tenceresinde 1 limon suyunu ısıtıp, ateşten alıp,  1 çay kaşığı limon kabuğu rendesi ve 3 çorba kaşığı bal/hurma şerbeti ekleyip, homojen olana dek çırpabilir, pişirdiğiniz keke bu sosu da dökebilirsiniz.

Afiyet olsun.

Buz Gibi Soğuk Meyveli Çay İçen?

Sağlıklı beslenirken sıvı tüketmemiz çok mühim. Fakat sağlıklı içecekler de sınırlı doğrusu. Bol su içerken suyuma çoğunlukla dilim limon katıyorum. Özellikle yaz aylarında bol buzlu ayran tüketiyorum, çok abartmamak kaydıyla. Şekersiz, sütsüz kahve en sevdiğim içeceklerden biri. Şekersiz sütsüz çayı da mümkün mertebe tüketiyorum. Yeşil çay yine sağlıklı içeceklerden malumunuz.

Fakat yaz aylarında insan, içini ferahlatacak bir içeceğe de ihtiyaç duyuyor doğrusu. Bunun için kolları sıvadım ve güzel bir buzlu çay yaptım:

Çayımı demlemek için suyu kaynatmaya başladım. (Ben Lipton’un bergamot aromalı çayını tercih ediyorum, aroması çok hoşuma gidiyor. Normal siyah çay ya da yeşil çay da kullanabilirsiniz.) Kaynadığında çayı ve suyu farklı bir çaydanlığa alıp 15 dakika demlenmesini bekledim ve ılınmaya bıraktım.

Taze çilekleri incecik doğradım. Biraz elimle karıştırdım bir kapta ve limon suyunu ekledim çileklere. Sonra bir süzgeç yardımıyla püre gibi olmuş çilek ve limon suyu karışımını bir kaseye aldım. Çayım ılıkken, elde ettiğim çilek püresine çayımı ekledim, bir kez karıştırarak bu karışımı sürahiye aldım ve buzdolabında yarım saat bıraktım.

 

 

Buzlu çayımı çilek yerine şeftali ile de yapıyorum bazen. Siz meyve eklemek istemiyorsanız limon suyu ile birlikte bir tatlı kaşığı pekmez ya da bal da ekleyebilirsiniz, ben de bazen öyle yapıyorum.  Çilekli çay bazen epey ekşi olabiliyor, limonun da yardımıyla, ekşi sevmiyor ve biraz daha tatlı olmasını istiyorsanız limon suyunu azaltıp çileğin tadından emin değilseniz çilek püresine de biraz bal ya da pekmez eklemeniz mümkün. Servis esnasında taze nane ya da fesleğen yaprakları ve buz ekleyerek afiyetle için. Yaşasın alternatif arayışlar! 🙂

 

Tanrılar Okulu – Bir Kitap Okudum ve Hayatım Değişti!

 

Bilenler bilir, Orhan Pamuk’un Yeni Hayat kitabı bu cümleyle başlar: Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.

Kitaplar gerçekten de hayat değiştirecek güce sahipler. Kurgu olsun ya da olmasın…

Benim hayatımı değiştiren kitap Tanrılar Okulu oldu. Bir arkadaş tavsiyesiyle 2005’te aldım kitabı. Kocaman bir kitap. Felsefik bir kitap olduğunu söylemişlerdi. O zamanlar “kişisel gelişim” tabiri bu denli popüler değildi. Karşımda nasıl bir kitap olduğunun pek de farkında değildim.

Tanrılar Okulu kitabının yazarı Stefano D’Anna’yı geçtiğimiz yıllarda kaybettik. Son yıllarında kendisi Türkiye’de çok fazla vakit geçirmekteydi. Kitabının ülkemizde en iyi satanlar arasında olmasını iyi değerlendirmişti. Ülkemizde seminerler verdi, kısa atölyeler yaptı. Kitabının yayıncısı Nehir Ötgür’le tanışmıştım. Rahmetliyle de tanışmak istemiştim ama kısmet olmadı. Birlikte sosyal medya projeleri yapmayı konuşmuştuk, sonra arkadaşım Cemre o işi gayet güzel bir şekilde yürütmüştü.

Tanrılar Okulu, yıl 2017, hala benim yol arkadaşım. Kitap epey yıprandı artık, ne de olsa 10 küsür senedir başvuruyorum kendisine. İçi aldığım notlarla, altı çizili cümlelerle dolu. Ara ara, içimde bir soru işaretinin belirdiğini fark ettiğimde açar, özellikle altını çizdiğim yerlere kısa bir göz gezdirir, sakinlerim. Bu gerçekten de uzun süredir böyle.

Tanrılar Okulu sıradan bir kişiyle Dreamer’ın karşılaşmasını anlatır kurgusal olarak. Fakat bu karşılaşmadaki diyaloglar kitabı felsefik ve psikolojik bir noktaya çeker. Dreamer, düşleyen demek. Bu hayat düşlenmiştir diyor kitap. Yani bir Tanrı varsa, o bu hayatı düşlemiş ve bu çıkmış ortaya. Ve hepimiz bu Tanrı’nın parçalarıyız. Biz de düşlemeliyiz. Düşümüz hep gözümüzün önünde olmalı. Dünyayı bu şekilde değiştirebiliriz diyor kitap.

Kalın ve büyük bir kitap, okumayı düşünüyorsanız, lütfen sizi korkutmasın. Başlangıcının ağır ilerlemesi de öyle. D’anna, basitçe düşüncelerini sıralamak için, öylesine bir kurgu oluşturmak istememiş. Dreamer ile karşılaşan kişinin hayatını detaylı bir şekilde çizmiş. Gerçekten bir romanın, bir filmin içindeymişiz gibi, bir karakterimiz var ve onun hayatının bu zamana kadar nasıl şekillendiğini anlamamız için biraz bekletiyor bizi D’anna. Önce o iskeleti sağlam bir şekilde kuruyor. Sonra Dreamer ile karşılaşma gerçekleşiyor. Ve gelsin muhteşem cümleler, hayat sarsıcı düşünce şekilleri, defalarca düşündüren seçimler, yüzleşmeler…

 

Ben bölüm 1’den önce kitabın açılış kısmına bayılıyorum. Hem oradan, hem de kitabın devamından beni en çok etkileyen cümlelerden sizlerle paylaşmak istiyorum:

*Bu kitap bir harita, bir kaçış planıdır…. Bu yolculukta demir alabilmenin ilk şartı kişinin içinde bulunduğu kölelik halinin farkına varmasıdır… İnsanlığın yazgısını değiştirebilmesi için, insanın kendi psikolojisini, doğrular ve inançlar sistemini değiştirmesi gerekmektedir.

*Ben bireysel bir devrim düşledim. Yeni bir liderler nesline ders verecek bir okul düşledim.

*Bu öze dönüş yolculuğumda öyle çok saçmalığı terk etmem, öyle çok yükten kurtulmam gerekti ki…. Kendimi keşfetmek zorunda kaldım.

*Hiçbir politik, dini veya felsefi sistem, toplumu dışarıdan değiştiremez. Bizi dünya çapında bir iyileşmeye tabi tutup, daha anlayışlı, daha samimi ve mutlu bir uygarlık haline getirebilecek yegane şey bireysel bir devrim, her kişinin tek tek, hücre hücre, psikolojik bir tekrar doğumu, benliğinin yaralarının sarılmasıdır.

*Bağlarından kurtul. Kendini özgür kıl. Katılaşma, direnme. Kabullen! Kim olduğunla bilinçli olarak karşılaşmaya razı ol. Başkalarında kendi yalanlarını, öz çıkarlarını kollayışını ve bilgisizliğini bulmaya razı ol. Değiş! Böylece dünya da değişecektir.

*Şimdiye dek bağdaşamayıp karşı çıktığını düşündüğün şeyi, yüreğinde uyum içine sok.

*İrade olmadan düşünceler, duygular, arzular, oluşun içinde başıboş dolaşan serseri kıymıklar gibidir ve sen evrenin insafına kalmış küçük bir parçacıksındır.

*Hiç kimse veya hiçbir şey seni bağımlı olmaya zorlayamaz. Bağımlı olmak kişisel bir seçimdir, istemeden bile olsa. Dünya her isteğe yanıt verir. Ne var ki sen ne istediğini bilmiyorsun.

*Bağımlı olmak, bir kişinin saygınlığını düşürmesidir.

*Yoksulluk, kişinin kendi sınırlarını görememesi demektir.

*Kişi ölmeden önce ölmelidir. Ölmek, kişinin vizyonunu bütünüyle altüst etmesidir. Ölmek, ısrıtabın egemen olduğu bayağı bir dünyadan yok olmak ve üst bir düzeyde yeniden ortaya çıkmaktır.

*Hoş olmayan durumların, felaketlerin ağırlığı altında bükülmek ve her şeyi ciddiye almak, dünyanın kederli betimlenmesini destekleyerek bu olayları kalıcı kılmaktır.

*Visibilia ex Invisibilibus. Gördüğümüz ve dokunduğumuz her şey görünmeyenden kaynaklanır.

*Annenle babanın, eğitmenlerinin, kötülük uzmanları ve felaket çığırtkanlarının kafana doldurdukları her şeyi boşlayıp arkanda bırakmalısın.

*Geçmişinde hala birçok delik var; kapatılmamış hesaplar, karşılığı asla ödenmemiş iç borçlar, suçluluk duyguları, kendine acıma ve hepsinden öte kir pas altındaki karanlık köşeler. Benliğin, fiyatları rastgele konulmuş, kötü yönetilen bir dükkan. İncik boncuklar fahiş fiyatlıyken değerli şeyler indirimde.

*Kendini yüreğinde bağışlamak, kendi varoluşunun katmanlarındaki hala yırtık olan yere girmek demektir. Kendini yüreğinde bağışlamak, geçmişi tüm safralarıyla birlikte değiştirecek güçtedir.

*Bir kişi yaşamındaki olayları elbette değiştiremez, ancak onları göğüsleme biçimini değiştirebilir.

*Yaşamda boşluk olamaz. Sen kendini yeni bir biçimde düşünmeye ve davranmaya zorlayarak bu boşlukları doldurmazsan, bunu senin adına tüm zalimliğiyle dünya yapacaktır.

*En yüce zafer kişinin kendisini yenmesidir: Hiçbir dış olayın veya koşulun iç yaralar açmasına veya benliği karalamasına izin vermemek.

*Mea Culpa: Başıma gelen, iyi, kötü her şeyden ben sorumluyum. Tüm sırların sırrı Mea Culpa’dır.

*İnsan, zekası, iradesi ve aydınlığıyla kendi içinden beslenebilir.

*Tanrı, senin devinmekte olan iradendir.

*Bir insanın nefesi genişledikçe kendi gerçekliği de zenginleşir. Amacın kişisel yazgını değiştirmekse, nefesin üstünde çalış, solunuma yeterince zaman ayır.

*Uykunun ölümün bir temsili olduğunu kavradığında ona artık eskisi gibi yaklaşamazsın.

*Azla yetinmeye doğru yaptığımız her perhiz, her çaba, yıllardır birikmiş duygusal kabuklardan, bizi kurtaracaktır.

*Savaş alanı bedendir. Reddedilen her yiyecek, uykudan kurtarılan her an ölüme karşı bir zaferdir.

*Daha az öl, ebediyen yaşa.

*Dışardan gelecek bir yardım yok. Başkalarına ve onların yargılarına bağımlı olmaktan kötüsü yoktur.

*Amacına kendini adayan bir insan imkansızı gerçekleştirebilir.

*Tek düşmanın senin içindedir. Düşmanını sev. İçindeki düşmanın aslında en sadık uşağındır. Zalimlik maskesinin ardında en büyük müttefikin saklıdır. Onun amacı senin zafer kazanmandır.