Bir fotoğraf, bir yazı

Sanal Yazı Evi’nin bir online workshop’ına katıldım. Bir fotoğraf gösterdi hocamız ve yaz dedi, kadının ağzından yaz. Ben de yazdım. İyi okumalar.

Dondurma(k)

Çocukların dünyası ne tuhaf. Demin parkta coşmuşlardı. Kumlar, kumdan kaleler, yıkılınca ağlamalar. Arada birbirlerine sataşmalar. Feride zaten ilk oyunbozan. Allahım, bu kız büyüyünce de böyle mi olacak acaba, o kadar merak ediyorum ki. Hasan nasıl olgun kardeşi tepesine çıkarken. Ama bir yere kadar tabii, bir süre sonra o da koparıyor yaygarayı. Zeliha ise güzel saçlarını savura savura, bir havalarda. Artık büyümek mi bu, kendini fark etmek mi, aynadaki aksini beğenmek m? Ben de beğeniyorum kızımı, ne yalan söyleyeyim. Kendi çocukluğuma, gençliğime benzetiyorum onu. Üç çocuğumu da beğeniyor, seviyorum elbette. Zeliha’yı kayırıyor muyum biraz yoksa. Birden çok çocuğu olan tüm ebeveynlerin yaşadığı bir durumdur sanırım bu: çocuklarımı birbirinden ayırıyor muyum, sevgimi eşit dağıtabiliyor muyum. Beni de düşündürüyor, yer yer utandırıyor bazen hissettiklerim.

Dedim ya, dünyaları pek tuhaf bu bücürlerin. Şimdi Kuzguncuk’ta bir kahvede oturduk, mola verdik eve dönmeden. Babamız yoruldu haklı olarak, değil mi ama çocuklar? Direksiyon sallarken arabada, üç çocuk bir kadınla baş etmek öyle her babayiğidin harcı değil. Şanslıyım sanırım, ailesine düşkün bir kocam var. Arabada biraz zorladı bücürler. Park iyiydi tabii, biraz kafamızı dinlemiş, dinlenmiştik onlar azarken. Arabanın içi dar geldi hepimize, her zamanki gibi. Necdet te haklı olarak bir mola istedi ve çekti arabayı Kuzguncuk’taki kahvenin önüne. “Yakında dondurmacı var, siz geçin, ben getireyim, birşey demez bize Salih abiniz, burda yersiniz” diyerek bizi oturttu kahveye, uzaklaştı. Burayı seviyor Necdet. Deniz havası almak, demli bir çay içmek, Salih’le iki lafın belini kırmak, balıkçı teknelerini izlemek iyi geliyor ona burada. Tanıyor esnafı, konu komşuyu da, buralı gibi adeta.

Dondurmayı duyan bücürler birden hal değiştirdiler. Bir coşku, bir neşe. Oturmuyorlar, yerlerinde duramıyorlar yine tabii. Kahvenin camsız tahta pencerelerinden sarkarak dışarı bakıyorlar, babalarının yolunu gözlüyorlar. Tabii ben de onlarla, ayağa. Demin arabada uykusu gelen, mızmızlanan bendim sanki, neyse mutluyum doğrusu onları böyle görmekten. Hava almak bana da iyi geldi, bir saattir yoldayız. Necdet mola verelim demekle de, dondurmayı akıl etmekle de iyi yaptı. Akıllıdır kocam. İyice keyiflendim bak şimdi. Çocuklarla ben de çocuk gibi gülüşüyorum.

Derken Necdet yaklaşıyor, ellerinde dondurma falan yok. Onun yerine ağabeyinden kalmış olan o gözü gibi baktığı fotoğraf makinesini hizalıyor bize doğru, almış arabanın torpidosundan demek bir ara. Bunu fark eden Zeliha poz verecek gibi oluyor, diğer kuduruklar farkında değil, birbirlerine laf yetiştirmekle meşguller. İster istemez elim Zeliha’nın saçlarına gidiyor, aklım sıra fotoğrafta daha iyi çıksın diye düzelteceğim. Ve işte, an donuyor. Denklanşöre basıyor Necdet, çekiyor fotoğrafımızı. Bakışları doğru yönde olan tek kişi Zeliha’ydı o an. Vallahi kayırdığımdan değil ama eminim, en düzgün o çıkacak.

Babalarının elinde dondurmayı göremeyen bücürler yine mızmızlanacak gibi oluyorlar. Necdetse, başka yerde yeriz çocuklar diyor hafif sertçe, gözlerini kaçırarak. Ah çocuklarım, fotoğrafı boşuna çekmemiş, duygusallaşmış babamız. Dondurmacının kapısında meğer bir not asılıymış: Cenaze dolayısıyla kapalıyız.

Yazmak İyi Gelir

Üç yaşımda okuma yazma öğrenmişim. Beş yaşımda ilkokula başlatmışlar. 17 yaşımda liseden mezun oldum, sonra bir üniversite, iki yüksek lisans bitirdim. Edebiyat, sinema, dil okudum. Editör, yazar, çevirmen, gazeteci oldum. Yetmedi, 30’lu yaşlarımdan sonra yoga ve meditasyon kolaylaştırıcısı ve yaşam koçu oldum. Bunların hiçbirini olmadım aslında, bunları yaptım.

Ben yazdım hep. Yaşadım ve yazdım. Yazmak oldum.

Bu ay Datça’da bir yazı kampına katıldım. Yazmak olduğumu hatırladım. Yazıyorum artık bol bol. Kabuk diye bir kitap yazmaya çalışıyorum. Öyküler yazıyorum. Denemeler… İçsesler… Oto kurgular…

Sevgili Yeşim Cimcoz’a çok sevgiler. Artık sanal yazı evinin de bir üyesiyim. Sen de olsana?

Yazmak için yazarlık kariyerine gerek yok. Yazmak şifalıdır. Bu sebeple meliszararsiz.com’a da taşıyorum bu yazmak işini. Seninle yazılarımı paylaşacağım, hem de biriksin burada denemelerim diye.

Ancak, bunun ötesinde, kendine şifa için mutlaka bir defter almanı önereceğim. Ben yazamam ki, ben yazmayı sevmem, yeteneğim yok, vaktim yok gibi cevaplar geliyorsa aklına, bil ki hepsi boşuna 🙂 Senden yazdıklarını birine göstermeni istemeyeceğim, bir yeti sergilemeni beklemeyeceğim, bir altı dakikan ise mutlaka vardır gün içinde kendine ayırabileceğin. Yazmayı sevmek zorunda da değilsin. Diş fırçalar gibi yap bunu. İnan iyi gelecek.

Ne yazayım mı diyorsun, gerekirse, ne yazıcam ki ben üf yaz. Ama yaz. İçini dök. Kimse okumayacak, iyi saklarsan defterini:) Tabii ki istersen okut birilerine, ama amaç bu değil. Amaç senden çıkması bir şeylerin. Kelimelere kavuşması. Bir anlam kazanması böylelikle, somutlaşması. Ben çoğu kez düşündüğüm, hissettiğim şeyi yazınca anlıyorum, haaaa, böyleymiş diyorum. Netleşiyorum. Sen de yap. Netleş. Ne oldu bugün, bu hafta, bu ay? Neler yaşadın, neler hissettin, neler düşündün, neler yaptın, neler yapamadın, neler oldun, neler olmadın? Ne gördün, ne duydun, nereye gittin, ne yedin, yani yaşamına neler sığdı, gözüne neler çarptı, gönlüne neler değdi. Yazıver.

Ben yazıyorum. Ve yazdıklarımı seninle paylaşacağım burada.