16 Gün Yollarda! [Ege-Akdeniz]

Doğma büyüme İstanbul, Kadıköy’lüyüm. 38 yaşındayım. 19 yaşımda çalışma hayatına başladım. İş yerlerim Taksim, Fındıklı, 4 Levent, Balmumcu, Şişli, Maslak, Zincirlikuyu gibi semtlerde oldu. Kısa bir dönem eski eşimle Gayrettepe’ye taşınmış olsam da genelde ev-iş, iş-ev arası toplamda en az 2 saatimi yollarda, trafikte, stres içinde geçirdim.

Moda

İstanbul muhteşem bir şehir. Türkiye’nin de, dünyanın da pek çok yerini gezdiğimi söyleyebilirim, hiçbir yerde göremediğim güzelliklere sahip eşsiz bir şehir İstanbul. Üstünde insan olmadığında. Toprak olarak, doğa olarak, mekan olarak. Artık İstanbul bir ülke haline geldi. Sığmıyoruz. Toplu halde çökeceğiz gibi hissediyorum.

Kiralar ateş pahası. İş yok. Eğitime, deneyime, beceriye saygı yok. Banka hesaplarınızdan gelen ve giden parayı izliyor ve şükür şu fatura da ödendi diyerek evinizde oturuyorsunuz. Eğer ödenebiliyorsa.

Son dönemde tüm dünyada ve ülkemizde yaşanmakta olan ve bizi zaten yeterince geren, üzen, psikolojimizi altüst eden terör olaylarının İstanbul’a da sıçramasıyla, bambaşka bir yere dönüştü İstanbul.

Herkes sinirli, agresyon doruk noktasında. İnsanlar mutsuz, suratlar asık. Hep bir yerlere yetişme çabası. Hep bir kaygı. Hep zorunluluklar. İstemediğimiz yerde oluşlar, istemediğimiz insanlarla muhatap oluşlar. Kendimize zaman ayırmaya imkan bulamamalar. Saçma televizyon programları. Gereksiz TV paketleri faturaları, dolduramadığın buzdolabında içi geçmiş sebzeler, içinde ne olduğunu bilemediğimiz, katkı maddeleriyle doldurulmuş sağlıksız paket besinler…

Ne yaşadığım şehirden, ne iş güç koşullarından, ne de yaşam biçimimden memnun olduğum, depresif bir döneme girmiştim. Önce dikkatimi İstanbul’u terk eden, Datça’ya, Marmaris’e, Kaş’a, Bodrum’a yerleşen ve yıllardır pek mutlu gözüken, 30’lu yaşlarda arkadaşlarım çekti. Hepsiyle internet vasıtasıyla yazışıp az buçuk fikirlerini aldım ama elbette herkesin kendi deneyimidir bu tarz şeyler. Nasıl bir insan olduğunuz, hayattan neler beklediğiniz, çevrenizi neyle doldurmak istediğiniz, nelerle beslendiğiniz, bir gününüzü nasıl geçirmek istediğiniz, çevreniz, hobileriniz, şans faktörü, o kadar çok dinamik var ki. Gel kendin gör dediler. Uzun süredir tatil de yapmıyordum. Bir anda, hızlı bir karar aldım. Kendime 15 günlük bir rota çizecektim, arkadaşlarımı ziyaret edip deneyimlerini yakından dinleyecek, görecek, kendimi de test edecektim. Oralarda yaşayabilir miyim, neler yaparım, yazı nasıldır, kışı nasıldır, kiralar ne kadardır vs vs…

Rotam şöyle olacaktı. Bodrum’da Pınar ablaları, Çağrı’ları, Uğur Bey’i  ziyaret edecek, Yalıkavak, Türkbükü, Turgutreis vs, gezecek, bakacak, öğrenecektim. Sonra Marmaris’e yeni yerleşmekte olan Emre’ye hayırlı olsun’a uğrayacaktım. Oradan caaanım Datça’ya geçecek, hem Zeren’le bir rakı sofrası muhabbeti yapacak, hem de yine Datça’da yaşar mıyım diye bakacaktım. Ve son durak elbette kalbimi her zaman fazlasıyla çarpıtan Kaş olacaktı. Orada da Müge, Emrah, Elif, Emir, pek çok can arkadaş vardı hem ziyaret edebileceğim, hem fikirlerini alabileceğim.

Bu rotayı çizip, biletlerimi aldıktan bir süre sonra bir türlü gelmeyen ilkbahar, iyi gitmeyen işler, zor ödenen faturalar derken bir silkinip kendime geldim ve derhal spora başladım. Ve de düzgün beslenmeye. 4 haftada 4 kilo vererek, kendimi muhteşem hissederek, bir yandan seyahatimi beklemeye, bir yandan da kafamda bazı fikirlerin ve duyguların oluştuğunu fark ederek:  ya bu sağlıklı yaşam ne güzel bir şey, bunun koçluk eğitimini alsam, kendime olduğu kadar herkese faydam dokunsa diye düşünceler gelmeye başladı, bu konuda araştırmalar yapmaya başladım.

Bu fikirler kafamda uçuşurken yolculuk günü geldi çattı. Pınar ablalar beni Yalıkavak’ta tatlı evlerinde konuk ettiler. Yalıkavak çok güzel bir bölge. Tam bir sahil kasabası havası. Denizi müthiş. Küçük bir çarşısı var. Plajları çok güzel. Mayıs olduğu için çok sakin, az turist var. İlk gittiğim gün inanılmaz bir fırtına vardı. O bile güzeldi valla. Yakışıyordu doğaya. Sonra hafiften düzeldi hava, eh ne de olsa Mayıs’ın başı. Her sabah kalkıp sahip boyunca yürüyüş yaptım. Sonra duş, güzel bir kahvaltı Pınar ablalarla veee çık dışarı, gez. İnsanlarla tanış, konuş. Havayı solu, kendini test et: buralarda yaşamak ister misin?

Türkbükü ve Yalıkavak özellikle çok güzel hissettirdi. Hiç ummuyordum ama yoksa Bodrum’mu? Neden olmasın? Duygularıyla ayrıldım bu güzel bölgeden.

Bu arada canım arkadaşım Çağrı ve eşi Arzu ile de Türkbükü’nde kesişti yollarımız. Onlar Bodrum’da epey zaman geçiriyorlar, İstanbul-Bodrum arası mekik dokuyorlar ama Bodrum’u iyi biliyorlar. Onlardan da bazı tüyolar aldım Bodrum’a dair. Çağrıcan yazdığı ilk kitap olan Anka’nın Kanatları‘nı imzalayıp hediye etti bana. Bu kitap yol boyunca o kadar güzel eşlik etti ki. Ellerine sağlık arkadaşım. Arzu’nun kitabı da yolda imiş, o da detayları anlattı. 🙂 Bu arada ben gezerken Türkbükü’nü epey beğendiğimi fark ettim ve böyle güzel bir bölgede yaşayıp hedeflerime odaklanabilirim diye içimden geçirmedim değil.

Türkbükü’nde Çağrı ve Arzu ile

Yine aile dostumuz Kuum Otel‘in sahibi Uğur bey’i ziyaretimde, ondan da tavsiyeler istedim ve onun da fikirleri ufuk açıcı oldu.

Yaıkavak’ta Yeşim sürprizi!

Şunu da anlatmadan geçmeyeyim. Bilge Adam’dan kurs arkadaşım Yeşim, benzer tarihlerde ben de Bodrum’da olacağım, haberleşelim demişti. Gitmeme az bir gün var, bir türlü arayamadım Yeşim’i. Ondan da ses çıkmadı, görüşemeden dönücez herhalde dedim kendi kendime. Bu arada Pınar abla bir gün önce ben Türkbükü’ndeyken çok yakın bir arkadaşıyla buluşmuştu, kuzenini tanıştıracak bana demişti. Ertesi gün, seni de tanımak istiyorlar, sen gitmeden birlikte bir kahve içelim dedi. Eh, elbette. Bir giderim ki, karşımda Yeşim! Pınar ablanın kankasının kuzeninin Yeşim çıkması? Muhteşem bir tesadüf değil de ne?

Dönelim rotama. Emre’yi Marmaris’te ziyaret edemeyeceğim bir durum oluşunca bindim feribota, veee Datça’dayım. Feribottan inince bizi merkeze götürecek servise bindiğimde yanımda oturan Günay hanımla nefis bir sohbete başladık. Uzun süredir Datça’da yaşayan ve hayatından gayet memnun, hoş bir insanla tanışmış oldum. Bana neredeyse kaldığım pansiyona kadar eşlik etti, hatta telefon numaralarımızı aldık birbirimizin, şimdi düşünüyorum da, gerçekten çok güzel bir insan çıkmış karşıma, ilk andan enerjimi çok yükseltmiş, buradan kendisine sevgiler 🙂

Fora’ya uzaktan bakış

Daha önce İrem’le kalmıştık Fora Apart’ta. 6-7 sene önce de olsa insan bildiği yere gelince bir rahat ediyor açıkçası. Zaten merkezdeyim, at eşyalarını en kötü, çık dışarı, ama yine de Fora Apart, at eşyalarını pansiyonlarından birkaç tık fazlası, kesinlikle tavsiye edeceğim bir apart otel/pansiyon.

Çok tatlı kafeler açılmış Datça’da. Hava mis. Ilık bir rüzgar var. Deniz dümdüz. Bu akşam bir kahve içeyim ve günü bitireyim, yarın Zeren’i ararım diyorum. Ama tabii sosyal medyada Datça’dayım demişim çoktan. Zeren’im de görmüş, e o zaman geliyorum yanına, bir saatim var dedi. Birlikte bir kahve içtik, kendimi daha da iyi hissettim doğrusu. Aslında bu hissimi biraz açmak istiyorum. Ben aslında kendi kendime bir program yaptım. Aldım sırt çantamı, yaptım rotamı, çıktım yola. Bu rotada olan arkadaşlarıma gelicem dedim ama onlara bağlı programlar yapmadım. Gelmişken uygunlarsa bir kahve içeriz tadında bir yaklaşımla çıktım yola, hem kendim özgür olmak istiyordum hem de kimseyi  zorlamak istemiyordum. Ama yine de yol boyunca uğradığım dostlar o kadar iyi hissettirdi ki kendimi bana. Doğru yoldasın diyen doğru kilit isimlerdi sanki her biri. Datça’ya da Zerenciğimi görürüm tabii ama burada yalnızım desem de ilk akşamımdan onunla kahve içtiğimi fark ettim bir an, üstelik ertesi akşam için rakı sofrası planı yapılmıştı bile. Güzel bir histi, her noktada can arkadaşların olması, hem özgür olmak ama bir yandan da yalnız olmamak. Ertesi gün Kargı Koyu’na gittim, otelime en yakın koy oydu ne de olsa. Belediye otobüsleriyle 10 dakikada gidildiğini öğrendim ve otobüs durağında beklerken üç tatlı teyzeyle sohbet ettim. Beş on senedir Datça’da yaşayan tatlı teyzelerdi hepsi ve hayatlarından memnun olduklarını anlattılar, beni de sırt çantalı görünce biraz soru yağmuruna tuttular elbet: yalnız mı geziyorsun kızım, nerelere gittin, gidiyorsun, gez tabii, gençlikte gezmek lazım…

Kargı koyu nefisti. Bol bol denize girdim, soğuk ayranlar içtim. Kitap okudum. Kendimleydim. Bir yandan yaz tatili insanı olmadığımı iyice fark ediyordum. Belki astım sıkıntım olduğundan, belki beyaz tenli olduğumdan, öyle temmuz ağustos sıcağı gelse de denize girsem, güneşlensem diyebilen biri olamadım hiç. Güneşlenmek için uzun uzun yatamadım o şezlonglarda. Denizi hep sevdim ama çok sıcak olsa da girsem demedim hiç. Kalabalıklardan da kendimi bildim bileli hoşlanmam. Uzun süredir bunu fark etmiş ve kendi seçimime hak tanımış biri olarak tatillerimi Mayıs’ta ve Ekim’de yapıyorum.  Datça ve Kaş o kadar güzel oluyor ki bu mevsimlerde. Denemediyseniz tavsiye ederim. Hem az insan, hem daha uygun fiyatlı odalar, hem de mis gibi bir hava. Sıcak, ama baymayan. Ilık rüzgarlı, bazen sert rüzgarlı, bir hırka giyseniz, ayağınıza bir spor ayakkabı giyseniz yetecek cinsten. Soğuk ama nefis bir deniz. Denizde en ufak bir koku yok. Datça koylarında denizde bir adet yosun, bir adet deniz anasına rastlamanız mümkün değil. Sanki sadece sizin için ayrılmış bir alana havuz gibi saf su eklenmiş. Dipteki beyaz kumlar ve beyaz çakıllardan dolayı yansımalar da beyaz. Deniz mavi ya da yeşilden ziyade şeffaf, bembeyaz görünüyor. Tertemiz. Mis gibi.  Saatlerce sudan çıkmadım herhalde. Zihnim öyle dingindi ki. Sadece oradaydım. Sadece bendim. Zaman kısıtlamam yoktu, mekan kısıtlamam yoktu. Bir yere yetişmem gerekmiyordu. Kafamı meşgul eden düşünceleri fark ediyordum, izliyordum onları. Vay be, bu demek epey beni meşgul etmiş diyor, sonra ana dönüyordum. Oradaydım. O an vardı sadece. Sadece ben vardım.

Kargı

Akşam Zeren’le rakı masasına oturuldu. Masanın ayakları denize değmek üzere, kumun üstünde. Mis gibi mezeler geldi. Rakı geldi, Datça’nın meşhur tarçınlı karanfilli ekmeklerinden geldi. Mis gibi bir akşam. Üzerime ince bir hırka ve ince bir elbise. Ayağımda spor ayakkabı.  O kadar hafifim ki. Zeren’le İstanbul’u, Datça’yı, hayattan beklentilerimizi, yaşadıklarımızı konuştuk. Muhteşem bir sohbetti, o kadar ait hissediyordum ki o an oraya. Her şey olması gerektiği gibi duygusu hakimdi. Sonra Zeren’in arkadaşları geldi. İstanbul Üniversitesi muhabbetleri başladı ve kahkaha krizleri geldi sonra. Datça’ya yerleşen bir çift te onlardı, çok neşeli, samimi insanlardı, buradan onlara da selam olsun.

Zerenciğimle Datça keyfi

Ertesi gün Palamutbükü’ne gitmek istedim. Onun servisleri başka yerden kalkıyormuş, onu öğrendim. Palamutbükü merkeze uzak. Eşyalarımı hazırlayıp çıktım yola. Geldiğimizde karşıma çıkan manzarayla adeta büyülenmiştim. Yalnızlık ilginç. Daha önce Palamutbükü’ne hep birileriyle geldim. İlk kez yalnız geldiğimde, bir de onu böyle ıssız gördüğümde, adeta nutkum tutuldu. Uçsuz bucaksız bir sahil sanki karşındaki, masmavi, dümdüz, dingin, plajda sadece bir kişi var. Bana özel hazırlanmış bir dekor, bir set gibi. Bir beş dakika oturup izledikten sonra üstümdekileri nasıl çıkardığımı bilmeden kendimi denize attım. Resmen çağırıyordu güzelliğiyle. İçimde ol diyordu, gel karışalım. Ağlayacak kadar mutluydum o an. Yine sonsuz bir özgürlük duygusu. Tüm deniz benim, tüm koy benim, burası benim. Beni bekliyormuş bu dalgalar, bu sular, bu kumlar, bu çakıllar. Gelsene karışalım diyorlarmış. Ama yılın bu zamanında gel. Kimsecikler yokken kavuşalım. Anla o an her şeyi. Hisset. Bir ol, tam ol. Sen ol. Doğru zamanda, doğru yerdesin. Her şey olması gerektiği gibi.

Palamutbükü

5 gün Bodrum’dan sonra 5 gün de Datça’nın tadını çıkardım. Muhteşem koylarında, tatlı kafelerinde, şirin sokaklarında, mis rüzgarıyla, lezzetli dondurmalarıyla, sevecen insanlarıyla.

Machu Picchu Cafe

Artık Kaş zamanıydı. İlknur ve Taşkın adlı dünya tatlısı çiftten ödünç aldığım çadırla Kaş Kamping’de kamp yapacaktım. Daha önce İgal’le Rock’n Coke’da çadırda kalmıştık, geçen sene de Güliz ve Emre’yle Burgazada’da. İlk yalnız çadır deneyimim olacak. Ben sanıyorum ki bir arabaya binicem Datça’dan, hop Kaş’tayım. Meğer önce Marmaris’e, oradan Fethiye’ye, oradan Kaş’a gidiliyormuş! Hemen plan değiştirdim. O zaman ben de bir gün Fethiye’de kalır, Ölüdeniz’e giderim!

Fethiye marina

Google amcadan bir Fethiye pansiyonu bulmasını istedim bana. Otogara yakın olmalıydı, eşyam çok. Karşıma Ferah Hostel Monica’s Place çıktı. Hemen aradım. Monica yer olduğunu söyledi. Fethiye arabasına bindiğimde hava beni epey korkuttu. Pansiyona vardım, beni tatlı kediler karşıladı 🙂 Eşyalarımı attığım gibi dışarı çıktım. Hava bozmuştu. Saat de geçti. Bir akşam yemeği yedim, sonra da Monica’nın tatlı kızı Sevtap’ın önerdiği Deep Blue Bar’a gidip bir cin tonik içtim. Dönüp uyudum.

Fethiye’de kaldığım pansiyon

Uyuyamadım. Fırtına, yağmur, sel gidiyor! Ertesi gün Ölüdeniz hayali suya düştü. Hava yağmurlu olmasa da epey soğuk ve bozuk. Gün içinde güzel bir kahvaltı yapıp sahili, çarşıyı gezdim. Kaş arabam 15’teydi. Korkum bu yağmurun devam etmesi ve çadırımın üstüne şıp diye damlayacak olması! Kamping’de çalışan arkadaşım Emrah, gel merak etme burada bir şey yok dedi.

Kalkan

Arabayla Kalkan’a geldiğimiz an iki sebeple çok mutluydum; bir, hava gerçekten de müthişti, iki, Kalkan otogarındaki bir anım canlanmıştı ve kendimi iyi hissettirmişti. Yıl 2014. Bir grup arkadaş Kalkan’da ev kiralayıp muhteşem bir tatil yaptık. Dönüşte onlar arabayla döneceklerdi, bense uçakla. Beni Kalkan Otogar’a bıraktılar, ben oradan Kaş’a gittim. Kamping’de nefis bir gün geçirdim tek başıma. Oradan Dalaman arabasına binip eve döndüm. Arkadaşlarım arabada zor bir yolculuk geçirdiklerini anlatmışlardı. İyi ki uçakla döndüm, iyi ki son birkaç saatimi Kaş Kamping’de geçirdim diye keyiflenmiştim. Yıl 2017. Ben bambaşka bir insanım. Yine tek başıma yollardayım, Kalkan Otogarı’ndan yine Kaş Kamping’e gidiyorum, bu kez 4 gece de çadırımdayım. Değişik bir gurur hissettim, belki biraz tarifsiz.

Kaş Kamping

Kamping’e geldim, Emrah çadırımı kurdu. Artık Kaş’taydım. Kaş’a 2013’ten beri geliyorum tatil için. Hep bir duygu vardı içimde Kaş’tayken. İstanbul’u terk etme düşüncelerim olmasa da, ne kadar ait hissediyorum derdim. Burada yaşanır derdim. Kendimden bir şeyler bulurdum. Datça’dayken bir ara Datça’da yaşamak ister miyim sorusunu cevaplandırmaya çalışırken, Kaş’ı da düşündüm. Datça ve Kaş birbirinden çok farklı hissiyatlar veren bölgeler. Baktığınızda liman bölgeleri, koylar, köyler, cafeler, yerleşim şekilleri benziyor gibi. Fakat duygusu aynı değil, hiç değil. Datça daha yumuşak. Kaş daha sivri. Datça daha yavaş. Kaş daha dinamik. Datça daha romantik. Kaş daha ayakları yere basan sanki. Ne demek bunlar diyebilirsiniz, neye göre. Bilmiyorum, sadece his. İki bölge gözümün önüne bir insan gibi dikilebiliyorlar. Ve bu benzetmeler geliyor işte aklıma. Fakat Datçadayken neden hep Kaş’ta yaşamak isterim dediğimin cevabını hatırlamadığımı fark ettim. Hatta Kaş biraz ürküttü beni ben Datça’dayken. Belki hem çadırda kalacak olmanın ufak bir heyecanı vardı üstümde, hem de işte o sivrilik neydi, onu bulamadım. Neden burası benlik diyordum, onu da bulamıyordum. Kaş’a adım attığım anda hatırladım. Neden öyle dediğimi. Aradaki fark, her şey içime doldu anında. Fakat bunun kelimesi yok. Açıklaması imkansıza yakın. Evet Kaş’a aidim ve nedenini bilmiyorum. Kaş’ta yaşarım evet. Bunlar ilk adımımda doldu içime. Çok dinamik ve iyi hissettim kendimi ilk andan itibaren. Yine doğru zamanda doğru yerde olma duygusu vardı.

Kaş Kamping bungalowlar
Çadırda uyanmak

Yine özgürdüm ama yine arkadaşlarım vardı Kaş’ta. Datça’da nasıl, bu akşam yalnız takılayım, yarın Zeren’i ararım dediysem, Kaş’ta da merkezin tadını çıkarırken Emir’i yarın ararım, hatta hiç aramayayım, çat diye Delos’a gideyim dedim. Delos Beach Emirîn işlettiği muhteşem bir yer. Limanağzı’nda. Merkezden tekneye biniyorsun, 10 dakika sonra oradasın. Yine bir beyaz su. Doyumsuz bir deniz, nefis şezlonglar, harika kokteyller, mis gibi yemekler, istersen bungalovlarda kal, istersen günübirlik takıl. Hah, nerede kalmıştık, merkezde tek başıma Kaş ne güzel allam diye gezinirken karşıma Emir çıktı tabii ki! Neden aramıyorsun madem geldin diye azarladı beni. Yarın gelecektim dedim gülerek ve Zeren’i hatırlayarak. Bebeğini nasıl görücem peki dedim, sen yarın Delos’a gel, çok tatlı arkadaşlarım var, akşam bize gidip rakı içecektik, sen de gelirsin dedi. Gelmez miyim?

Emir’i öpüp ertesi gün görüşmek üzere uğurladıktan sonra kendime deniz yatağı bulmaya, çarşıya girdim. Deniz yatağı ne alaka mı? O benim yatağım lütfen, öyle demeyin. Tamam, açıklıyorum. Benim uyku tulumum yok. Çadır için bir deniz yatağı al diye öneride bulundu İlknur, ser üstüne havlunu, yat üstünde. Mantıklı. Zor buldum ama sağolsun bakkal amcam şişirdi bile bana yatağı, pespembe bir yatağım vardı artık.

Ve çadırda ilk gece. Hava soğuk. Tahmin etmiştim. Kışlık bir eşofman altı, kışlık çoraplar, parmaksız ve ince bir eldiven, kapişonlu eşofman üstü, pike mevcut. Çadırının fermuarını açık bırakma sakın, yılanı var, akrebi var diyen bir Emrah! Gerçi ben doğadaki yaratıklarla ilgili sınavımı tek başıma gittiğim Kabak Koyu’nda vermiştim zaten ama olsun. Karınca bile istemiyorum kardeşim çadırımda! Neyse fermuar konusunda epey dikkatli davranıp, İlknurumun bana verdiği pilli ampulleri yaktım. Yatağımın üstüne havlumu serdim, üstte sıraladığım her şeyi giydim, üstüme pikemi çektim. Uyudum. Gerçekten de mis gibi uyudum. Gece 4 gibi tuvaletim geldiğini fark edip uyandım. Ve o an kısa bir panik yaşadım. Eee? Tuvalet? Hımmm. Iphone’un feneri. Allahtan Iphone’un şarjı da var.  Feneri yakarsın. Hızlı bir fermuar hareketiyle dışardasın.  Taşlı topraklı yollardan, komşu çadırlara çarpmadan tırmana takıla çıkarsın. İddia ediyorum bu tarz işletmeler arasında daha temizini asla bulamayacağınız o mis tuvalete bir şekilde ulaşır, dona dona tuvaletini yaparsın. Tekrar geri dönersin. Hızlı bir fermuar hareketi ve pembe yatağındasın! Tamam, bu mission da accomplished! 🙂

Bu kez uyumak biraz güç. Hava epey soğumuş. Rüzgar var ve çadırın “duvarları”nı oynatıp duruyor. Uyku esnasında bu hareketlere anlam veremeyip, ne oluyor yahu diye uyanıyorum arada. Bu arada deniz hemen önümde. Dalgaların sesi muhteşem. Ninni. Yarı üşüyerek, yarı seslerden korkarak uyuklarken birden, gerçekten de birden gün ağarıyor. Aaa saat kaç dememe kalmadan güneş bir yakmaya başlıyor, iki dakika önce üşüdüğün o çadırın içinde bir dakikadan fazla durman mümkün değil. O dar alanda üzerimdeki kışlık saçmalıkları bir şekilde çıkartıp altıma bir şort üstüme bir bikini üstü, ve dışardayım! Zıpppp fermuar!

Omlet diye çok cici bir yerde kahvaltı – Kaş

E saat 8 bile değil! Ne yapıcam ben? Yürüyüş! Sonra merkezde bir kahvaltı. Ohh. Eee? Saat 10. 11. 12. Tüm saatler benim. Atla tekneye, Delos’tayım. Ohh, mis gibi deniz. Güneş. Emir’le dedikodular. Kahveler çaylar. Arkadaşları muhteşem insanlar. Kakara kokoro. Birlikte Kaş’a dönüp akşam yemeği alışverişi. Eve gidiş. Henüz bir-iki aylık olan Deniz bebekle ve annesi Aslı’yla tanışış. Owww Denizzz, çok küçüksünnnn!!!

Mangal yakılır, şaraplar rakılar çıkar ortaya. Emir’in annesinin mezeleri? Espriler, şakalar? Nefis bir gece. (Emir’in arkadaşı Levent’in, lise arkadaşım Burcu’nun kuzeni çıkması? Artık şaşırmıyorum.)

Rock’çı Emir ve tayfası hahah

Hava iyice soğur. Emir sağolsun bana yere kadar uzun ve kapişonlu kalın bir hırka ile bir polar battaniye ödünç verir. Kamping’e kadar getirir.

Size şu kadarını söyleyeyim, o gece o hırka ve o battaniye hayatımı kurtardı. Buz gibi bir gece.

Bir akşam Emrah’la şarap eşliğinde sohbet. Kamping’de mutlu Emrah, keyfi yerinde. Sen de gel diyor, iş var burada.

Ertesi gün Kaş’a yerleşen ve yakın zamanda çocuğu olan bir başka arkadaşım Elif’in bana telefonunu verdiği Saniye hanımı arıyorum. Elif o dönem İstanbul’da, görüşemiyoruz. Saniye hanım hem bir otel sahibi, hem de emlakçı. Bana Kaş’ta kiralar, yaşam ile ilgili bilgiler veriyor. Kafamda iyice oturuyor birşeyler. Akşam Müge’yle buluşuyorum. Müge binrota’dan arkadaşım. O da kocası ile Kaş’a yerleşti. Onlar zaten turizmci. Müge’yi çok özlemişim, Sevgi diye bir arkadaşı daha geliyor, sohbet koyu. Akşam diyor gel, biz rakıya oturucaz eşimle ve Sevgi’yle. Ben yediğim içtiğime dikkat ettiğim için artık limitleri zorlamak istemiyorum, yemeğimi önceden yiyip onların rakı sofralarında kahveyle eşlik ediyorum kendilerine. Konu yine Kaş’ta yaşam malum. Keyifleri yerinde.

Genel anlamda arkadaşlarım bana, burada kiralar İstanbul’dan ucuz, hayat da öyle. Senin zaten mesleğin var, freelance çalışıyorsun, fakat burada da yapabileceğin işler var, bize sorarsan hiç düşünme diyorlar.

Düşünmez olur muyum hiç. Aldı beni bir düşünce 🙂

16 günlük bir macera. Hem yalnızdım hem değildim. Her şey tıkır tıkır gitti, çok ufak pürüzler dışında canımı sıkan, beni zor durumda bırakan hiçbir şey olmadı, olacak gibi olsa da ben müsaade etmedim, bu da hoşuma gitti. Elim kolum doluydu ama hiçbir şeye üşenmedim. Arkadaşlarımla çok güzel vakit geçirdim. Kendimle çok güzel yalnız kaldım. İki buçuk kitap bitirdim. Bir sürü yazı yazdım. Videolar çektim, fotoğraflar çektim. Anılar biriktirdim. Spontan yaşadım. Sağlığıma dikkat ettim. Neredeyse her gün yürüyüş yaptım. Bu 16 günlük tatilde bir gece rakı, iki üç kez de 1 kadeh şarap içtim. İki kez dondurma yedim. Bazen akşamları geç yemek yemek zorunda kaldım. Fakat bunun dışında sağlıklı beslenme düzenimi hiç değiştirmedim.

Farkında olmadan yollardayken tenimin ve saçımın rengi değişmiş, çok hoşuma gitti. Bu 16 gün içinde 1 kilo 200 gram vermişim, bu da çok hoşuma gitti.

Şunu fark ettim. Ben her yerde yaşarım. Yeter ki hem yalnız kalabileceğim, hem de arkadaşlarımla vakit geçirebileceğim alanlar olsun. Deniz olsun. Çok sıcak olmasın ama tenimin ve saçımın rengi de dönsün. Üreteyim, meşgul olayım. Gösteriş olmasın hayatımda, her şey doğal olsun. Dolduralım sırt çantamızı gidelim işte. Bazen bir otel odasında kalalım, bazen bir çadırın içinde üşüyelim. Hayat bu çünkü.

Kaş’a aşığım. Enteresan. Hayatımın bir dönemi orada geçecek, hissediyorum.

Tek başına seyahat etmek isteyen, daha önce etmemiş olduğu için çekinceleri olan, benim rotamın içinde geçen yerleri merak eden, ya da bu seyahatle ilgili herhangi bir sorusu olan varsa, seve seve yanıtlamak, yardımcı olmak isterim. Uğradığım duraklar, kaldığım pansiyonlar, harcanan para, çadır detayları veya aklıma gelmeyen herhangi bir konu olabilir. Lütfen yaz.


I was born in Kadikoy, Istanbul, Turkey. I have lived here my whole life. I started working when I was 19 years old. My offices were always far from my home, so I spent nearly 2 hours in traffic, with stress for about 15 years.

I love Istanbul. I think it’s a great city. We’re so lucky actually. I have travelled so many places in the World and yet I know that Istanbul has so many beauties nowhere has. Tha natüre, the history, the sea and everything. But… when there’s no people on it. Ha-ha. I mean Istanbul is like a country now. We don’t fit in. It feels like it’s gonna collapse one day. We cannot live the beauties of the city because of the crowd and traffic and stress.

On the other hand, the flat rents are huge. We cannot earn that much money to be able to pay these rents and also have a reasonably comfortable life. The terror that has been going on all over the world has also spread to Istanbul as well. It’s a completely different city nowadays. Everyone is so angry, stressful, tired, afraid, unhappy. No one is living the life they want. No one is at the place they want to be. We have no time for ourselves. We hate our jobs. We hate the TV shows. We eat unhealthy, processed food to be quick.

When I really felt miserable inside these, something got my attention. I had friends, aged between 30 and 40, that decided to leave Istanbul and start living in places like Datca, Kas, Bodrum etc.. (mediterrenean and aegean region of Turkey) I have been following them from social media for a while and they really seem happy. Of course this is a matter of what you expect from life. What kind of a person you are, what you expect your environment be like,what you want to feed yourself with. What your hobbies are. What you want to spend your day like. Also there’s this “luck” thing. Anyway, I decided to make a travel route and visit these friends of mine to see what they are surrounded with, to talk with them and hear about their life. Maybe, I could also decide to move to one of those beautiful cities, towns, villages.

It was also the time I started working out and eating healthy. I lost some pounds and I was feeling very well. So at that time, becoming a health coach was also on my mind but before that I was in need of a holiday and a research travel for moving from Istanbul.

My first stop was Bodrum. I stayed with aunt Pınar who is a very dear friend of my mum. They moved to Bodrum about 2 years ago with her husband. Yalikavak, Bodrum is a very nice region. I really loved the place. It was May so the weather was not so hot but it was really nice. I also made some plans with other friends who were in Bodrum at the time. I stayed 5 days. Turkbuku and Yalikavak was great places in Bodrum, so I really thought maybe I could think of moving there.

Second stop was Datca. A place I already adore. I stayed in a hostel where I had stayed before and really love. Lots of new cafes welcomed me on the center of Datca. Then I met my friend Zeren who moved to Datca from Istanbul about 5 years ago. We had a very nice dinner together with some raki and she told me all about her life in Datca. It was awesome. Being in Datca really calmed me down. It was like a fairy tale. The natüre, the people, the calmness, everything is really great. I love staying in Datca. I stayed 5 days, swam in the most beautiful sea bays, ate the most delicious food.

My third stop would be Kaş. But I found out that to go to Kaş from Datça, you need to first go to Marmaris, than to Fethiye, and then to Kaş. It would be a very tiring way so I decided to stay one night in Fethiye. I found a small hostel and wandered around Fethiye as well. The weather was not so nice while I was there so I couldn’t swim but it was a different experience for me, the spontaneity of my travelling.

My fourt stop was Kaş. Beautiful Kaş. I went to Kaş Camping with the tent I borrowed from my dear friends. It would be my first experience in a tent alone. It was also great. For 5 days I met my friends who moved from Istanbul to Kaş, I swam, I did my walkings, I wandered around, met new people, some Ukranian tent neighbours for example, it was awesome. When this travel finished, I thought I would want to live in Bodrum or Kaş. But Kaş is always my favorite. There’s something I cannot put into words that attract me in Kaş. I feel like I belong there. It’s my kinda place.

I realised I can live anywhere. I want to have a balance about some space where I can both be alone and also spend time with my friends whenever I want to. I want sea. I don’t like the heat so much, but of course getting tanned and having sunbleached hair is not bad at all. Let me produce some stuff. Let me be busy with something I love. I don’t want and glossiness in my life, I want everything to be natural. Let’s go anywhere with our backpacks. Sometimes in a hot and cozy hotel room, sometimes in a tent, feeling the cold breeze. This is what life is all about.

If you have never travelled alone before, if you have questions in your mind, feel free to write to me, ask me anything. I can answer some questions I guess after this experience. It can be about the stops I made, the hostels I stayed, the Money I spent, the details about sleeping in a tent or anything.