Derslerimizde Mindfulness’ın ne olduğundan bahsediyoruz biraz. Nefes teknikleri çalışıyoruz. Ve farklı meditasyon teknikleri deniyoruz. Biraz sohbet ediyoruz gündelik yaşamımıza dair ve farkındalığı, nefesi, meditasyonu gündelik yaşamımıza nasıl dahil edebiliriz, araştırıyoruz. Biraz da serbest dans ederek enerjimizi dengeliyoruz.
Sen de katılsana bize? Hem Göztepe Yoga Sutra’nın diğer yoga derslerine de katılarak hem bedenini hem zihnini hem ruhunu dinlemeye, anlamaya bir davet sunabilirsin kendine. Derslere kayıt olmak için Yoga Sutra ile iletişime geçebilirsin.
Gabor Maté ismini ilk kez Zeynep Aksoy‘dan duymuştum, yin yoga eğitmenlik eğitimi alırken.
1944 Budapeşte doğumlu Maté, travmatik bir çocukluğa sahip olan, yirmili yaşlarının sonlarında yerel bir lisede tarih öğretmeni olarak çalışırken, aniden tıp eğitimi almaya karar veren, doktorluk hayatı boyunca uyuşturucu bağımlıları, AIDS hastaları ve zihinsel engellilerle çalışmayı tercih eden bir doktor. Maté, bestseller listelerine giren ve yirmiden fazla dile çevrilen dört kitap yazmış. 2011’de Northern British Columbia Üniversitesi’nden onur doktorası almış. Yayımlanmış kitapları: A New Look at the Origins and Healing of Attention Deficit Disorder (1999), Hold On to Your Kids: Why Parents Need to Matter More Than Peers (Gordon Neufeld ile birlikte, 2005), In The Realm of Hungry Ghosts: Close Encounters With Addiction (2009).
Kendisinin yakın zamanda bir belgeseli yayınlandı. The Wisdom of Trauma – Travmanın Bilgeliği olarak çevirebiliriz herhalde, buradan inceleyebilirsiniz.
Filmi izledikten ve çok etkilendikten sonra Facebook’ta konuyla ilgili bir gruba dahil oldum. Çocukluk travmalarına dair dünyanın pek çok yerinden herkes paylaşım yapıyor, destek için iletişime geçiyor.
Bu grupta bir yazı paylaşıldı, o kadar etkilendim ki, üşenmedim Türkçe’ye çevirdim ve bugün yin yoga dersimizde öğrencilerimle paylaştım. Onlar da çok etkilendiler ve yazıyı onlara da yollamamı istediler. Ben de blogda dursun istedim ki kime ulaşabiliyorsa ulaşsın.
Doktor, psikolog ve insan hakları aktivisti Dr Louise Hansen yazmış bu yazıyı. Kaliforniya, Los Angeles Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde klinik psikiyatrist olan Dr. Dan Siegel tarafından geliştirilmiş bir model olan ve psikoloji biliminde önemli yeri olan Tolerans Penceresi‘ni öyle güzel tanıtmış ve öyle güzel bir öneri sunmuş ki bize. İyi okumalar:
“Her gün hepimizin belirli bir miktar enerjisi var. Enerjimiz güzel olduğunda iyi hissediyoruz ve sanki her şeyin üstesinden geliriz gibi oluyor. Çünkü aslında “uyanıklığımızın” en uygun olduğu anın içindeyizdir; buna “tolerans penceresi” deniyor. Burada yeterince güvende ve tamam hissederiz.
Ancak her zaman bu pencerede değiliz. Bazen çok fazla enerjimiz oluyor, bazen de çok azını deneyimliyoruz. İyi haber şu ki, pencereden gidebileceğimiz sadece iki yön var, ya yukarı ya aşağı doğru. Yani ya uyanık halimizin en uygun halinde oluruz (pencerede), ya aşırı yükselir tavana çıkarız, ya da yerin dibinde hissederiz, yani en enerjisiz halimizle yerin dibine geçeriz, bodrum katına.
Tavan çok fazla enerjidir, çok fazla uyanıklıktır, bu da öfke, endişe, aşırı yorgunluk, dehşet, hatta ve hatta cinnete kadar yolu olan deneyimler yaşatabilir. Bodrum katı ise çok az enerjidir ve yorgunluk, mutsuzluk, hissizlik, düzlük, boşluk ya da depresiflik olarak kendini hissettirir. İşte bu zamanlarda kendimize sorabiliriz: Neredeyim?
Bu soru ve bunun cevabını bilmek çok kıymetlidir çünkü yoklamış oluruz kendimizi: Penceremde miyim? Tavanda mıyım, bodrum katında mıyım? Bunun cevabı aslında bir pusula gibidir, bize nasıl ilerleyeceğimiz konusunda yol gösterir. Çelişkiyi de elimine eder, ki bu çok iyidir, çünkü belirsizlik stresi şiddetlendirir.
Tüm bebekler kendilerine ait tolerans penceresinde kalabilmek için belirli içeriklere ihtiyaç duyarlar: sıcaklık, dokunma, yumuşak ses tonu, süt, uyku. Bu malzemelerle güvende ve iyi, dengeli hissederler. Bunlar yoksa ağlarlar. Pencerelerine dönmeleri için daha azına ya da daha çoğuna ihtiyaç duyarlar.
Yetişkinler de bebekler gibidir. Bizim de sıcaklık, dokunma, yumuşak ses tonu, yemek ve uyku ihtiyacımız var. Ancak bunları bizim için hazırlayacak ebeveynlerimiz yok artık. O zaman da hangi malzemelerin yardımcı, hangi malzemelerin zararlı olabileceği konusunda karışıklık yaşayabiliyoruz: Yemek mi, uyku mu, hareket mi, partner mi, arkadaş mı, terapi mi, seks mi, uyuşturucu mu, kumar mı, porno mu?
Bazı içerikler bizi anlık iyi hissettirir, mesela şeker, ve bunların etkileri kısa sürer. Diğerleri daha zorlayıcıdır, mesela egzersiz yapmak, ve bunların faydaları daha uzun sürer. Bağımlılığın ise geri tepme etkisi vardır, madde ya da obje anlık rahatlık sağlar ve daha sonra olduğumuzdan da kötü hissederiz.
Tavandayken yani çok fazla yüksekken, bizi sakinleştirmesi için kişisel bakım araçlarına ihtiyaç duyarız. Bodrum kattayken, yani yeterli enerjimiz yokken, yeniden şarj olacak yollara ihtiyaç duyarız. İhtiyacımız farklı olabileceğinden, kendimize “neredeyiz” diye sormamız çok önemli.
Sizi ne rahatlatır? Sizi ne yeniden şarj eder? Sizi koruyan şeyleri kontrol edin: beden (yemek, su, hareket, dinlenmek), zihin (açıklık), sosyal bağ (aile, arkadaşlar, çevre), ülke (doğa, yürüyüş, kamp), kültür (yemek, müzik, bilim, sanat, teknoloji) ve ruhanilik (varoluş, meditasyon..)
Unutmayın ki tolerans penceremizdeysek mantıklı kararlar almamız daha kolay olur: yani yeterince güvenli ve tamam hissettiğimizde. Tavandaysak pişman olacağımız kararlar verebiliriz, mesela sinirlenmek, ya da ne bileyim, sokakta çıplak koşmak! Bodrum katta ise çaresiz hissedebiliriz ve o durumla bir türlü baş edemeyebiliriz.
Araştırmalar gösteriyor ki tolerans penceresi travma deneyimlemiş insanlar için daha küçük olabiliyor. Yani yaşanan durumları diğerleri kadar çok tolere edemeyebiliyorlar. Onlar bodrum katta ya da tavanda daha fazla zaman geçirebiliyorlar: yeterince tamam, yeterince güvende hissedemiyorlar.
İyi haber şu ki bu yükselişlerimizi düzenleyebiliriz ve bu da tolerans penceremizi genişletebilir. Nasıl mı? Düzenli olarak kontrol ederek. Pencerede miyim? Tavanda mıyım? Bodrum katta mıyım? Koruyucu malzemelerden destek alıyor muyum?
Hayat deniz gibi, sürekli dalgalı. Her gün bilinçli veya bilinçsiz şekilde bu içerikleri, bu malzemeleri kullanıyoruz ve bu da uyanık oluşumuzu etkiliyor. Biraz daha farkındalıkla, biraz daha faydalı içerik ve malzemeyi doğru zamanda kullanmakla kendimizi düzenleyebiliriz. Bu da yaşamın dalgasını daha az türbülanslı kılar.
Not: Pek çok lider, açıklık (clarity) olmadan güven sahibi. Açıklık olmadan güven, yıkıcı olur. Açıklık olmayan güven aslında gezegeni yok ediyor. Açıklık, açıkça görmek demek: her şeyi olduğu gibi görmek. Açıklığın yan tesiri huzurdur: Neşe, basitçe dans eden barış ve huzurdur. Açıklık, huzuru, neşeyi, sevgiyi, mutluluğu, coşku ve anlayışı getirir. Mutluluğun peşinde olmayın. Açıklığın peşinde olun.
Biz iki ortaokul arkadaşıyız. 1992’den beri süren güzel bir dostluğumuz var. Son birkaç yıldır ikimiz de birbirimizden bağımsız olarak spiritüel gelişime zaman ayırmakta, eğitimler almakta, eğitimler vermekteydik. Meditasyon, yoga… Pandemi’nin getirdiği depresif hallerde sesli mesajlarla birbirimize destek olmaya çalışırken bir fikir peydah oldu: Neden güçlerimizi birleştirmiyoruz?
Bezen’in yoga’dan önceki eğitim serüveni sanat, tasarım, tekstil üzerine. Benimse yazmak, yayıncılık ve sinema. Şimdi ise yoga, meditasyon ve koçluk var ceplerimizde. Neden bunları bir potada eritip bir atölye kurmayalım dedik. Ve ben, ne ara isim bulduk, ne ara instagram hesabı açtık, ne ara verdiğimiz online dersleri bu atölyenin içine kattık, ne ara ürünler üretip bunları satışa çıkardık, gerçekten hala bilemiyorum, iki çok temel cümle geliyor hemen aklıma: “yapınca oluyor” ve “bir elin nesi var, iki elin sesi var. “
İki aydır instagram hesabımızdan yaptığımız işleri duyurmaya devam ederken bir yandan sanatı yoga ve meditasyonla birleştirip güzel ürünler tasarladık, birlikte el emeği göz nuru şeklinde ürettik, sizlerin beğenisine sunduk. Bu haftasonu itibariyle e-dükkanımızı da açtık:
Merhaba. Geçtiğimiz günlerde 7 günlük bir inziva deneyimim oldu. Bunu seninle de paylaşmak istedim gelen pek çok soru mesajı üzerine.
Vipassana Nedir?
Hindistan kökenli, 10 günlük bir inziva uygulamasının adı aslında. Kelime anlamı ise olanı olduğu gibi görmek. S.N Goenka isimli Hintli bir budistin 1969 yılında başlattığı bir uygulama. 1982 itibariyle tüm dünyaya yayılıyor.
Bizim bildiğimiz anlamda inziva ne demek peki; köşeye çekilmek, insanlardan uzaklaşmak, dünyadan bir müddet el etek çekmek anlamına geliyor inziva.
Vipassana oldukça ilgimi çekmişti ve epey araştırdım. Nasıl mı gerçekleşiyor? Bir eğitmen gözetiminde bir mekanda 10 gün geçiriliyor. Sabah 4-5 gibi kalkılıyor, çan sesi ile. Akşam 10’da ise uyumak üzere odalara geçiliyor. Tüm gün konuşmak ve herhangi bir meşguliyet yasak. Meditasyon pratikleri için biraraya geliniyor. Eğitmene soru sorma saati mevcut. Tüm elektronik aletler uygulamanın başlangıcında eğitmene teslim ediliyor. İdeal bir vipassana’da yoga, spor gibi aktiviteler de yasak. Cinsel aktivite yasak. İçki ve uyuşturan maddeler yasak. Yemekler vejetaryen ya da vegan. Yemekleri siz yapmazsınız, başkası sizin için hazırlar. Günleriniz meditasyon yaparak, yürüyüş yaparak, yemek saatlerinde yemek yiyerek, arada uyuyarak, ihtiyaç duyduğunuzda duş almakla geçer, başka bir aktivite yapmazsınız. Kitap okumaz, yazı yazmaz, televizyon seyretmezsiniz. Elinizde sadece kendiniz varsınız. Peki, var mısınız?
Böyle bir deneyim yaşamak isterseniz Türkiye vipassana resmi web sitesi var: dhamma.org.tr. Vipassana’lar ücretsizdir. Ekibe bağışta bulunabilirsiniz ancak mecburi değildir.
Peki, amaç ne? Amaç yapılan nefes meditasyonları ile zihin üzerinde hakimiyet geliştirmek. Beden duyumlarını fark etmek. Şefkat meditasyonları da yapılır. Sağlıklı zihin egzersizidir aslında bu çalışmalar.
Budizme göre zihin ve maddenin tüm alanı -altı duyu ve bunlara ait nesneler- anicca (geçicilik), dukkha (ızdırap) ve anatta’nın (benliksizlik) temel özelliklerine sahiptir. Vipassana’larda “ben, benim” gibi tutunduklarımızla, yapıştıklarınızla yüzleşip onlardan bağımsızlaşma şansınız oluyor aslında. Gerçekliği deneyimliyorsunuz. Bağlandıklarınızdan kurtulduğunuzda ızdırap bitiyor, diyor Budizm. Ve Vipassana’da çalışmaları bölümlendiriyorlar: Kayanupassana (beden gözlemi) ve vedananupassana (beden duyumları gözlemi) fiziksel yapı ile ilgilidir. Cittanupassana (zihin gözlemi) ve dhammanupassana (içerik gözlemi) zihinsel yapı ile ilgilidir. Kişisel deneyiminizle, zihin ve maddenin birbirleriyle nasıl ilişkili olduğunu görün, diyorlar. Zihin ve maddeyi deneyimlemeden anladığına inanmak, aldatmaca oluyor. Sadece doğrudan deneyim, zihin ve madde hakkındaki gerçeği anlamamızı sağlayabilir. İşte burada Vipassana bize yardım etmeye başlıyor. Meditasyon esnasındaki beden taramalarında, farkedilen duyumlara tepki verilmemesi isteniyor. Örneğin, kaşındı, uyuştu. Yine de tepki vermek yok. Tepki vermemeyi öğrenmenin acı eşiğini yükselttiği söyleniyor. İdealde 10 gün bu tepkisizliği deneyimleyen kişi, son günlere doğru sadece atom altı parçacıklardan oluştuğumuzu, sadece bir titreşimden meydana geldiğimizi fark ediyor. Herşeyin geçiciliği de böylelikle anlaşılıyor, diyorlar. Çünkü aslında, gündelik hayatta bir şey oluyor, ve bizim bedenimizde ve zihnimizde bir duyum oluşuyor. O duyumu fark etmeyip, es geçip, duyumun bizde yarattığı arzu ya da acıya kapılıyoruz. Böylelikle egomuzun ve ıstıraplarımızın kölesi oluyoruz. Halbuki önce duyumu fark edecek olursak, onun gelmesini ve sonra geçip gitmesini fark ettiğimizde, geriye yan etkisi kalmıyor, acı veya arzu gibi. Gerçekliği olduğu gibi gözlemliyorsunuz ve istek ya da reddetme gibi koşullanmalara yer kalmıyor.
İnziva, tasavvufun önemli esaslarından olan zühdün içinde de yer alan bir deneyim. Zühd; birşeye rağbet etmemek, onu terketmek ve yüz çevirmek anlamında kullanılıyor. Tasavvufî anlamda ise, Allah’tan gayrı şeylere takınılan olumsuz tavrı ifade eder. Bu kişi insanlardan uzaklaşarak, tekkelerin çilehâne veya halvethâne adı verilen tenha, karanlık özel bir bölümünde inziva hayatı yaşar, az yemek, az uyumak suretiyle devamlı ibadet ile meşgul olup yüzünü tamamen Hakk’a çevirir.
Meditasyon eğitimleri aldığım hocam Budist bir eğitmen. O da senede birkaç kez inziva düzenliyor normal şartlarda. Genelde 5 gün süren inzivalar yaptıklarını duymuştum, Assos’ta. Biz pandemi krizinden belki 1-2 hafta önce, Şubat sonu – Mart başı gibi, 3,5 günlük bir inziva için 15-20 meditasyon buddy’si, hocamızın önderliğinde Çatalca’ya gitmiştik.
Çatalca’ya varır varmaz cep telefonlarımız alındı elimizden. Kalacağımız evlerde televizyon ya da herhangi bir elektronik eşya yoktu. Sabah beş buçuk gibi çanla uyandırılıyorduk. Meditasyon alanına geçip birlikte meditasyon yapıyorduk. Sonra vegan kahvaltıya oturuyorduk. Sonra boş zaman. Kitap okumak, yazı yazmak yasaktı. Vegan atıştırmalıklar vardı etrafta, meyve, kuruyemiş gibi. Bitki çayları içiyorduk. Akşam yine bir zil, meditasyon zamanı. Bunlar uzun meditasyonlar bu arada. Çok çok çok zorlayan. Sonra günün ikinci öğünü, vegan akşam yemeği. Akşam erkenden yatış. Birlikte yemek yediğimiz sofra dahil, aralarda da sıfır konuşma.
3,5 gün de kolay geçmemişti doğrusu, 5 gün 10 gün nasıl yapıyor insanlar diye şaşırmıştım. Açıkçası bir cep telefonu ve internet bağımlısı olmama rağmen hiç aramamıştım bunları, aksine elimden alınmış olmasına sevinmiştim. Müzik dinlemeye bayılmama rağmen öyle bir arayışım da olmamıştı. Kitap okumak vs de öyle. Mecburen kendimle ve doğayla başbaşa kalma fikri iyi gelmişti. Doğada güzel yürüyüşler yaptık, konuşmadan birlikte, bazen de tek başımıza. Ancak fikirler geliyor elbet, takıntı yaptığım düşünce yapılarımla karşılaşmıştım. Kaçmak isteyip kaçamamak ilginç oluyor o duygulardan. İçinde oturuyorsun işte duygunun, düşüncenin ve geçmesini bekliyorsun. Geçiyor da. Mecbur, doğası gereği. Sonra geçtiğini fark edip aslında o geçen şeyin somut olmayan bir şey olduğunu, zihnin ürettiğini fark ediyorsun. Uzun meditasyon oturmaları çok zordu. Bazen sıkıntı. Bazen beden duyumları. Bazen tuhaf duygu ve düşünceler. Bazen ağlama hissi. Bazen uyku gelmesi. Bazen ise inanılmaz rahatlatıcı, sakinleştirici, kafa açıcı, ahaaaa anları yaşatıcı, nefesimin açıldığını hissettiğim, şükrettiğim anlar… Bizim inzivamız 10 günlük olmamasıyla, bir de 1 saatliğine birlikte yoga yapmamızla vipassana’dan ayrılıyordu.
Sonra biz pandemi zamanı online olarak buluşup birlikte meditasyon yapmaya, güzel sohbetler etmeye devam ettik. Ve hocamız dedi ki, o zamana kadar belki her şey hafifler, Eylül’de Assos’a inzivaya gidelim, bu kez 7 gün 7 gece.
Varım diye atladım, çok heyecanlıydım. Yine vipassana kuralları yoktu, denize girmek serbestti mesela, galiba yoga yapmak da. Ve yine 10 gün değildi ama 7 gün 7 gece de az değildi doğrusu. 3,5 günlük deneyimimi düşününce, iyice heyecanlanıyordum. Ancak tabii ki aslında olması gereken oldu ve pandemi sürecinin değişmemesi, aksine rakamların artması sebebiyle önlem almak durumundaydık ve inziva programı iptal edildi. Gerekli katılım sağlansaydı, online devam edecektik aynı ekip ama o da sağlanamadı. Gerçi bu ikinci duruma üzüldüğümü söyleyemem çünkü inzivanın benim için en önemli kısmı teknolojik aletlerden uzak durma kısmı ve gün içinde birlikte meditasyon yapabilmek, belki bir iki konu paylaşabilmek adına ister istemez laptopumu açmak durumunda kalacaktık, bunu istemiyordum. Sonuç olarak program tamamen iptal olunca ben de Büyükada’da yaşayan biri olarak şöyle bir karar aldım: Bu inzivayı evimde de gerçekleştirebilirdim.
Tarihlere sadık kalarak eşime dostuma haber verdim. Bu tarihler arasında cep telefonum açık olmayacaktı, internete girmeyecek, iş yapmayacaktım. Herhangi bir etkinliğe katılmayacak, dışarı çıktıysam da birini gördüğümde konuşmayacaktım. Bu tarihlere denk gelen Salı günü meditasyon dersimi iptal etmeyecektim, çünkü eğer inzivada olsaydık da biraraya gelip meditasyon yapacağımız, iki kelime paylaşacağımız zamanlar olacaktı, bu dersimi o zamanlara saydım ve Cumartesi – Cumartesi aralığında sadece Salı günü Adalar Kültür Derneği bahçesinde sezonun da son dersi olan, içinde yin yoga hareketleri de barındıran meditasyon dersimi verdim. Ben vippasana yapmayı düşünmüyordum, açıkçası Assos’ta yapacağımız inzivanın kurallarına birebir uymak da değildi niyetim. Bu biraz “my kinda retreat (benim tarzım bir inziva)” oldu. Kendi kurallarım şöyleydi:
Bu bir hafta boyunca;
Hiç konuşulmayacak. Kimseyle iletişime geçilmeyecek. Cep telefonu ve laptop kapalı olacak.
İçimden geldiği zamanlar ormanda yürüyüşe çıkılacak, bisiklete binilecek, çoğunlukla evde olunacak.
Düzenli yin yoga ve meditasyon yapılacak.
Kahve tüketilmeyecek.
Mümkün mertebe erken kalkılacak.
Vejetaryen beslenilecek.
Öğretici olmayan, kurmaca kitap okunacak.
İçimden geldiği ölçüde yazı yazılacak, eski defterlerim ve yazılarım incelenecek.
Şansıma kapalı bir hava vardı dışarda çoğunlukla bu bir hafta içinde. Yağmur da yağdı, rüzgar da çıktı. Yine de iki üç kez yürüyüş yaptım adada. Çok iyi geldi. Bir kez de bisiklete binme fırsatım oldu.
Zihnimde sürekli “evet, ne yapıyoruz? Neyle meşgul olmalıyız? Yetişmesi gereken bir şey yok mu? Bizden beklentisi olan kimse yok mu? Ne yapsak?” gibi sorularla karşılaştım. Bir ara bocaladım. Sonra sakinledim. Gerçekten meşgul olacak bir şey, mecburiyetler, beklentiler, deadline’lar olmayınca ve zihin ile beden buna ikna olunca, zaten teslim oluyor. Ev işleri mesela, çok daha yavaş, sakin ve huzurlu bir şekilde yapılıyor. Daha çok ev işi yapılıyor, çünkü daha çok göze batıyor. Ama ev işi derken hummalı bir işe girişmekten bahsetmiyorum, o yine bir şey yapmamaktan kaçmak adına kendimi meşgul etmek olurdu. Dağınıklığı toplamaktan, bulaşıkları yerine yerleştirmekten falan bahsediyorum. Çok daha yavaş, çok daha düzenli. Şu dağınıklığı toplayayım da, sonra şunu şunu yapayım bir an önce gibi bir zihin kayması yok, ya da tam tersi, şunları şunları yapayım da, dağınıklığı sonra toplarım kaçışı yok. Her şey olması gerektiği gibi, olması gerektiği zamanda. Oh be.
Tüm bu zaman oyunlarını, zaman yönetmeleri, zaman yönetememeleri, kendimin yarattığını da fark ettim bu süreçte. Bir ara dedim ki, ee, tabii, freelance hayatı seçersen böyle olur, disipline olmak kolay değil. Sonra güldüm bu dediğime. Freelance hayat mı? Bu ne demek? Bu şu demek. Sen toplumun sana dayattığı, sistemin oturttuğu “haftaiçi 9-6 çalışmak, haftasonu tatil” mantığından yıllardır uzak olmana rağmen hala doğru oymuş da sen o doğruda değilmişsin gibi bir algıya sahipsin. O taraftan bakarak, kendi seçiminin zorlayıcı olduğunu söylüyorsun. 9-6 ne, haftaiçi, haftasonu, freelance ne… Sen bu dünyaya çırılçıplak gelmiş bir insan evladısın. Doğdun, yaşıyorsun, bir süre daha yaşamaya devam edip öleceksin ve kimbilir sonrasında neler var ya da yok. Bunun ötesinde bir gerçeklik, bir “doğru düzen” yok ki… Gerçeğin içindesin bu inzivada. Evet, bir vipassana değil ama “benim tarzım inziva”da da gerçekliği, olduğu gibi gözlemliyorsun. Tamam, bu düşünce yapını fark ettin. Kızma kendine, eleştirme bunun için. Şimdi kapa gözlerini, aç gönlünün gözlerini, aç kulaklarını. Dinle. Rüzgarı dinle. Ağacı dinle. Kuşları dinle. Sessizliği dinle. İç sesini dinle. Otur. Dur. Uzan. Gevşe. Sakin ol. Koşacak, yetişecek bir yer yok. Düzeltmen gereken, değiştirmen gereken bir şey yok. Çay iç. Bak. Gör.
İç ses: Bu bir lüks. Bu bir tembellik. Bu bir eylemsizlik. Bu hakkedilmesi gereken bir şey. Bilinç. Fark et. Yargılama. Kızma. İteleme, öteleme. Kabul et bu düşünceni, duygunu. Görülmek istiyor, ilgi istiyor senden. Seni görüyorum. Varsın sen. Hoş geldin. Kapı açık. Artık ilgime ihtiyacın kalmadığı noktada uçuşarak kapıdan çıkmana izin veriyorum. Seninle ilgilenecek çok vaktim yok zaten. Şu an nefesimin burnumdan giriş çıkışıyla, havadaki kokuyla, rüzgarın bedenimi ürpertişiyle ilgileniyorum. Seni gördüğüme göre, istediğin zaman çıkabilirsin, serbestsin. Gitti.
İç ses: Sıkıldım. Bir şeyler yapalım. Bilinç. Fark et. Kızma. İtme. Çekme. İçinde boğulma. Dikkatini istiyor senden deli gibi.
Başka bir iç ses: Şu an inzivada olmasaydık ne yapacaktık ki? İnternet. Cep telefonu. Dünyayı mı kurtaracaktık. Bilinç. Yargıyı fark et. Onu da kabul et. Sıkılabilirim. Bunu yargılayabilirim. Bunlar da geçici. Dikkatimi verdiğim şey ellerim şu an. Sıcak bir enerji var ellerimde. Güzel hissettiriyor. Sakinler, dinleniyor sanki ellerim. Dizimin üstünde duruşunu gözlemliyorum. Kumaşa değdiği yerler. Kumaş da yumuşak. Sıkılma ve yargılama adlı arkadaşlar, beni beklemeyin, siz çıkın.
Gittiler.
Bunun gibi pek çok mindfulness çalışmasına o kadar çok ortam oluştu ki, zihnim sağolsun.
Yin yoga ve meditasyon pratiklerini her gün yaptım, yapabildim. Çünkü, neden yapmayacaktım ki? “Normal” zamandaki tüm bahaneler kaybolmuştu: dur şunu yapayım da sonra yaparım. Bugün yorgunum. Hiç vakit yok. Acaba bunu yaparken boşa vakit mi harcıyorum, bunu yapmak yerine şunu mu yapmalıydım…
Tüm zamanlar benim. Daha iyi bir “işim” yok yapacak. Sakin, akışta bir yin yoga. Mis gibi meditasyonlar. Her gün, düzenli. Zorlamadan. Kendiliğinden. İhtiyaç hissedecek kadar.
Kütüphanem. Kaç zamandır okuduğum tüm kitaplar, kişisel gelişim, yoga, meditasyon, nefes üzerine. Hepsine bayılıyorum. Ama biraz da hayalgücüne, masallara ihtiyacım var, biliyorum. Gözüm kütüphanemdeki kitapların üzerinde geziniyor, beni oku, beni oku diye tek tek kendilerini gösteriyorlar sanki bana. Çekici kapaklar, çekici başlıklar. Nicedir merak ettiklerim. Hepsinin arasından bir kitap göz kırpıyor. İncecik bir kitap. Doğu’nun Limanları. Amin Maalouf. Amin Maalouf imzalı Çivisi Çıkmış Dünya’yı okumuştum. Doğu’nun Limanlarını da bir an benzer bir kitap zannediyorum. Bir inceleme gibi. Çok eskiden almış olduğumu zannediyorum bu kitabı. Alıyorum elime, biraz başlayayım derken bir saat boyunca yerimden kıpırdamadan kitabı yer gibi okuduğumu fark ediyorum. Hayır, bu kitap klasik bir roman, tarihi öğeleri de var ama bir inceleme değil. Kurmaca bir hikaye. Masalımsı, adeta destanımsı bir anlatım. En çok ihtiyaç duyduğum tür şu aralar. Kitap 1996’da yazılmış ama hayır, ben eskiden almamışım ki, 2018 Kaş yazmışım öndeki boş sayfasına adımı yazarken. Pek hatırlayamıyorum ve bu detayı es geçerek kendimi kitaba bırakıyorum yeniden. İki günde bitiyor kitap. Lezzeti var resmen kitabın. Zevkten dört köşeyim. Sanki bir film izliyorum. Anlattığı tüm detaylar insanın zihninde filmleşiyor adeta. Maalouf, bu öyküyü 60’lı yılların sonuna doğru tanıştığı bir kişinin hayatından esinlenerek yazdığını belirtmiş. Yapıt Lübnan’da doğan, sonra Fransa’ya giderek direniş hareketlerinde görev alan, Lübnan’a döndüğünde bir kahraman olarak karşılanan Kitapdar’ın öyküsünü konu alıyor. Bittiğine üzüldüğüm kitaplardan oldu. Sonra şunu farkettim. Kitabın arkasına da bir not almışım. O an, kitabı aldığım ana dair yaşadıklarım, Kaş anıları. İyi ki yazmışım. Ve hatırladım: Benim gerçekten de 5 yaşımdan beri, hayatta en çok sevdiğim şey kitap okumak ve yazmak. Ve son son kendimi bir kitaba ne kadar da veremediğimi ve hep öğrenmek temelli kitaplar okuduğum yüzüme çarptı resmen. İnzivada okuduğum bu kitap sayesinde sanki 5 yaşında keşfettiğim o muhteşem büyülü dünyayı, yeniden, ilk kezmiş gibi, keşfediyormuşum gibi hissettim. Tanrım okunacak ne kadar çok ve ne kadar güzel kitap var, yaşasın, içimi çocuk gibi bir sevinç kapladı. Bunun inzivamı bozduğunu düşünmedim, ruhumun ihtiyacı olan, şahsıma münhasır bir deneyimdi.
Sonra, defterlerim, ah evet, o defterler….
O kadar uzun zamandır yazıyorum ki. Ve o kadar düzensiz ki. Ve o kadar türsüz ki. Defterler dolusu anı, günlük notlar, hikaye denemeleri, şiirimsiler, çoğunlukla bilinç akışı, denemeler, makaleler… Ders notları, çalışmalar. Duygularımı ve düşüncelerimi o kadar çok akıtmışım ki defterlere. Bunun çok sağlıklı olduğunu düşünüyorum, iyi ki yapmışım. Çoğu tarih, gün, saat, yer içeriyor. Hayatımın belgesi onlarca defterde. Evet onlarca. Defter almalara doyamıyorum. Şımarık gibi birine bir şeyler yazıyor, bırakıyorum, yenisini alıyorum. Otuz seneye yakın zamandır bu böyle. İnzivamda çoğunu ele almaya çalıştım. Şaşıra şaşıra okudum çoğunu, bir kısmını temize çekip attım, bir kısmını temize çekmeden attım, bir kısmını başköşeme koymak üzere kütüphanemin en önemli yerine koydum. Bir kısmında ağladım, bir kısmında çok güldüm. Bunları yaparken kendime sarılıyormuşum gibi hissettim. Melis’in dünyasıydı.. 41 yaşındayım. Bilinçli tüm yaşam hikayem orada… Anılar, öğrenilenler, ıstırap ve mutlulukla geçen zamanlar. Bunların kelimelere dökülmesi, çoğunlukla edebi bir ifadeyle. Bazen muzip. Bazen çok öfkeli ara tonlarla. Anlık duygularımı ve düşüncelerimi ve deneyimlerimi de yazdım bunları yaparken. Bir düzene soktum sanki çoğunu. Yazmak istediğim kitaba çok katkı çıkacak buradan. Teşekkürler her gün ölen ve yeniden doğan binlerce Melis, bana hep mektuplar yazmışsın yolda. Geçmiş küldür, üfle gitsin*, ama kendini de unutma, dedi onlarca mektup. (*Tanrılar Okulu)
Kendimi hatırladım. Sevdim, bağrıma bastım kendimi, kelimelerimi, bakış açımı, yaşam çizgimi, yeteneklerimi, hüzün ve sevinçlerimi, tercihlerimi. Geldiğim noktayı. Yolumun devamını gördüm.
Çok şükür.
Salyangoz. Ah, o salyangoz. İnzivamdan önce kızlarla buluşmuştuk aylar sonra, Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda, gece adaya döndüm, eve geldim, bir de ne göreyim, çantama yapışmış bir salyangoz. Belli ki özgürlük parkındaki çimlerde otururken biz, konuşlanmış oraya, benimle birlikte vapur yolculuğu yapmış, adada yaşamaya ve ölmeye karar vermiş. Yapışıktı çantama, ben de çantamı balkona koydum o gece. Sabah baktım bir hareketlenme var. Onu saksımın içine koydum, oradan yolunu bulsundu artık, ağaca tırmansındı mesela, bilemem artık ötesini. Birkaç saat sonra baktığımda saksının dışına yapışmıştı. Çok hoşuma gitti, fotoğrafını çektim. İlginç geldi, benimle yolculuk edip şu an benimle yaşıyor olması. Dışarı çıktım, eve döndüğümde yerinde yoktu, aşağı baktım, anladığım kadarıyla düşmüş ve kırılmıştı. Çok canım sıkıldı. İnip yakından bakamadım. Ertesi gün bakmaya gittim ama çok da fazla göz atamadan hızlı bir hareketle kabuğunun bir kısmını aldım hatıra olarak.
Gece yattım. Sabaha karşı, belki 5 falan, çat diye uyanıp telefonumu açtım, internete girdim ve araştırdım biraz salyangozu.
Salyangozla ilgili sembolizmalar var, salyangozun bir insanın totem hayvanı olması gibi bir durum var, salyangozun mitolojik karşılıkları var. Karşıma şöyle bilgiler çıktı:
Salyangoz kabuğu spiraldir. Spiral insanoğlunun en eski evrensel sembollerinden biridir ve Paleolitik çağdan beri kullanılır. Spiral insanoğlunun yaratılışının, oluşumunun ve yaşam yolunun sembolüdür. Salyangoz mevsimsel değişimin sembolüdür. Spiral kabuklu yengeçler ve benzer hayvanlardan farklı olarak, salyangoz hayvan totemleri, büyüdükçe farklı kabuklara girip çıkmak yerine kendi kabuğunda büyür. Bu kendi başına, uyarlanabilirliğin ve tabii ki büyümenin harika bir sembolüdür. Kabuk üzerindeki spiralin özel bir önemi vardır. Antik Aztek Kızılderililer’in de salyangoz ve spiraller için yüklediği önemli anlamlar vardı. Spiral onlar için ay ve ay evrelerini temsil ediyordu. Ayrıca salyangoz ruhu toteminin doğurganlık, zaman ve değişimi sembolize ettiği anlamını yüklediler. Salyangozla İlişkili Özellikler: Yavaş, İstikrarlı, Bereketli, Uyarlanabilir, Esnek, Büyüyen, Koruyucu. Zaman sembolü & Değişim sembolü.
Salyangoz ruhu, onun toteminden ve sembolizminden en iyi şekilde faydalanmayı seçen bir ruha en değerli anlamı yükleyebilir. Simgesellikte salyangozun en güçlü fiziksel kısmı belirtildiği gibi onun kabuğudur. Salyangoz kabuğu temelde korunmanın tek biçimidir. Zayıf ve sümüksü bir bedeni olan salyangoz sert kabuğu olmadan savunmasızdır. Bu basit fakat son derece önemli olan özellikten dolayı, salyangoz sembolü korunma ve savunmayı temsil eder.
Salyangoz kabuğu hakkındaki bir diğer şey, salyangozun evinin kat kat olmasıdır. Salyangoz kendi kabuğunu yapar, yaşadığı sürece onu taşır. Bu, salyangozun yaşayan bir mobil ev olduğu anlamına gelir. Salyangoz nerede olursa olsun, o daima evdedir. Bu seyahat, güvende olmak ve kendine güvenmek anlamlarını taşır. Salyangoz hayvan totemi yavaş yavaş ilerleyerek bu dünyada uzun bir yol kat etti. Bu bize yolun güvenli olması için acele etmemize gerek olmadığını gösterir. Tıpkı salyangoz kabuğuyla bu dünya üzerinde çalışıyormuş gibi bizim de sahip olduklarımızla çalışmamız gerekiyor. https://www.demetyildirim.com/ac/blog/genel/salyangozlar-ve-spiraller
Evrenin sırlarını saklayan salyangozun kabuğunun büyüme oranı, spirali meydana getiren şerit ya da odacıkların ölçüleri “Fibonacci” sayı dizisini vermekte .Bu dizinin özelliği ; yeni oluşanın ,ondan önce oluşmuş iki parçanın ölçülerinin toplam değerini vermesidir. 2 ila 1, bir araya gelir ve 3’ü oluşturur. Bu oranın hesaplanmasını ilk fark eden İtalyan Matematikçi Fibonacci’nin adıyla anılan bu dizilime sahip olan kara ve deniz salyongozları sembolizmde kutsal üçlemeyi anlatıyor. Ruh-Beden–Akıl, Geçmiş-Şimdi-Gelecek ,Anne-Baba-Çocuk.
Eğer son zamanlarda salyangozlar (sümüklü böcekler) sık sık karşınıza çıkmaya başladıysa (görsel, sözel, fotoğraf, yazı, rüya vs), Evren size biraz yavaşlamanız gerektiğini hatırlatıyor olabilir. Tüm bu acele neden? Biraz yavaşlayın, içinde bulunduğunuz anın tadını çıkartın. Ayrıca salyangozlar etrafınızdaki koruyucu ruhları da simgeler. Eğer totem (rehber) hayvanınız bir salyangoz ise, siz oldukça değerli bir rehber olabilirsiniz. İnsanlara öğretecek pek çok önemli dersiniz vardır. Üstelik salyangozlar sabrın da sembolleridir. Bu da rehberliğinize yardımcı olur. Siz genellikle yalnız kalmayı tercih edersiniz, pek sosyal olduğunuz söylenemez. Her zaman içinizdeki çocuğun önemini hatırlayın. https://www.facebook.com/kimimila11/posts/1262518253870251/
Kabuklar, Uzak Doğu’da yüz yıllardır iyi şans ve bereketin sembolü olarak kabul edilirler. Refah ve bereketi çektiklerine, muhafaza ettiklerine, netliği arttırdıklarına ve karar verme konusunda dayanışma ve bilgeliği teşvik ettiklerine inanılır. Kadim Nautilus kabuğu, spiritüel gelişim için bir metafor olarak değerlendirilir.
Bütün bunlar bana konuşuyormuş gibi bir his geldi. Yaklaşık iki sene önce minik minik taslağını oluşturmaya başladığım kitabıma bulduğum isim: Kabuk’tu. Bu minik salyangoz, günlerce aklımı meşgul etmesiyle, sembolizmalarıyla, belki de beni kitabımı yazmaya itiyor, diye düşündüm. Defterlerime sarılmam ve içinde kıymetli olduğunu düşündüğüm pek çok yazı bulup, bunları kitabımda kullanabilirim diye sevinmem de aynı döneme denk geldi. Bütün bu anlamları kabul eden benim, bunun farkındayım, zaten anlam dediğimiz biz insan evladının oluşturduğu bir kavram değil de ne…
Bu bir hafta dünyanın alıştığımız koşturmasından el etek çekmek bana çok iyi geldi. Kendi iç sesimi daha çok duydum, yavaşladım, sakinledim. Eminim midem, omuzlarım, beynim, cildim, ayaklarım, ellerim, gözlerim de rahatlamıştır.
Your kind’a retreat 🙂 İmkan yaratabildiğin ölçüde kendine özgü inzivanı yap derim. Yaşa bu deneyimi. Şu anki hayat düzenine göre, illa bir yerlere gitmek, ya da günlerce kendini kapatmak zorunda değilsin. Kendin karar verdiğin bir saat diliminde cep telefonunu kapat. Belirli bir süre diliminde teknolojik aletlerden uzak dur. Doğada tek başına, kulaklığın, müziğin olmadan, sakince yürü. Belki bir banka otur, etrafı incele. Sesleri duy, renkleri gör, rüzgarı hisset. Güneşi. Kuşları duy, ya da arabaları. Yargılamadan sadece duyumsamalarını fark et. Evinde otur. Çay içerken pencereden dışarı bak. Ağır yemekler yeme, mesela birkaç gün. Erken bitir yemeklerini. Sabah erken kalkıp biraz gerin yatakta. Hemen kalkma. Uyanır uyanmaz nasıl hissettiğine bir bak. Bedenin nasıl hissediyor? Moralin nasıl? Günü nasıl daha moralli kılabilirsin? Biraz buna odaklan. Yavaşla. Acele etmeden işlerini bitirmeyi dene, iki gün için belki. Sırayla yap işlerini. Belki sevdiğin bir kitabı oku biraz. Hiçbir şeyin seni bölemeyeceği bir 15 dakika yarat. Belki sevdiğin bir müziği dinlemek istiyorsun. Sadece ona zaman ayır. Bak bakalım hayatında neler değişiyor. Benimle paylaşmayı da unutma. Şifa olsun.
İnziva deneyimimi podcast olarak dinlemek istersen:
Pandemi sürecinde Instagram ortak canlı yayınlar aldı başını gitti. Bu duruma olumlu bakanlardanım. Medya değişiyor. Daha özgür, daha samimi ve bilgi vermeye, sohbet ede ede gelişmeye daha açık bir topluluk bu. Pandemi sürecindeki psikolojik durumlar da konuşuluyor, ekonomik boyutlar da, yemek tarifleri de, yoga da yapılıyor, kariyer sohbetleri de var, ünlülerin muhteşem tv programı tadında yayınları da oluyor.
Bizim adalaryoga olarak geçtiğimiz aylarda yoga eğitmeni arkadaşım Gülfiye ile bir canlı yayınımız olmuştu. Geçtiğimiz haftalarda üniversite öğrencileri beni canlı yayına davet ettiler ama sonra bir aksilik yaşadılar, ben de o yayını tek başıma yaptım, buradan izleyebilirsin.
Dün diğer mesleğim olan sinema yazarlığı ve dijital yazarlıkla ilgili Sinematik Yeşilçam‘ın konuğu oldum. Instagram sayfasından izleyebilirsin.
Bu gece ise aynı zamanda freelance yazarlarından biri olduğum dijital ajansStradesco‘nun kurucusu, eski arkadaşım Zeynep Kömürcü Bulut ile bir canlı yayın gerçekleştireceğiz.
Instagram: @zeynepkomurcubulut ve @zararsiz_yasam hesaplarını takip ederek yayınımızı izleyebilirsin.
Bu Pazar hava çok güzeldi, çıktık Adalar Kültür Derneği’nin bahçesine, meditasyon dersimizi, tüm dış seslere inat, yaptık 🙂
Minik kedişler de katıldı bize bir ara.
Bu hafta konumuz bedendi.
Pür Dikkat Yaşamak diye çevirebileceğim “Life With Full Attention” kitabında yazar Maitreyabandhu, Buddha bugünkü halimizi görseydi, bize bir ejderha başına ve bir yılan bedenine sahip olduğumuzu söylerdi, diyor.
Ejderha başı ile ne demek istiyor: kafamız düşüncelerle,
fikirlerle dolu, tartışmalarla, yargılarla, bilgilerle ve alışveriş listeleriye
dolu. Muhteşem bir beyne sahibiz belki ama gereğinden fazla gelişmiş olduğunu
da söyleyebiliriz.
Yılan bedeni ile ne demek istiyor: Uzun, zayıf ve uzuvsuz
yılan bedeni gibi, yani yeterince gelişmemiş bir bedene sahibiz.
Buddha’ya göre farkındalıklı olmanın dört koşulundan ilki
bedenin ve hareketlerinin farkında olmak. Bizim ise modern toplumda en çok buna
ihtiyacımız var.
Teknoloji geliştikçe, çevremiz verilerle sarıldıkça,
etrafımızdaki her şey bizden dikkatimizi istiyor. Dikkatimizi sahiplenmemiz
gerekiyor. Bu da aslında hayatını sahiplenmek anlamına geliyor. Dikkatimizin
dağılması ve hayatın biz farkında olmadan akıp gitmesi çok kolay. Dış dünya bir
Pazar yeri ve dikkatimizi manipüle etmek istiyor, bunda da çok başarılı ve
güçlü.
Yaşamımızı düzene sokmamız gerekiyor. Modern toplum bunu da
zorlaştırıyor. İş hayatı, kaos. Kimse bu konuda bize yardım etmeyecek. O zaman
tek başımıza bu disiplini nasıl sağlayacağız? Bedenimizi fark ederek.
Buddha’nın zamanında hayat çok kolaydı. Buna rağmen bu
teknikleri geliştirmiş. Gün be gün farkındalık günümüzde çok çok daha önemli.
Beden farkındalığı neden lazım? Biz iç dünyamızda kendimize
anlattığımız hikayelerden dolayı endişeli yaşıyoruz. Her şeyin kötü gideceğini
söyleyen, bizi korumak isteyen bir iç sesimiz var ama artık ona ihtiyacımız yok
aslında. Peki zihnimizi nasıl yönetebiliriz, ona nasıl hükmedebiliriz?
Deneyimlerimiz domine ediliyor. Önce düşünceler geliyor,
deneyimlemeden önce.
60’lı yıllarda depresyon sadece yaşlılarda varmış, şimdi ise
çocuklarda bile var. Olayları problematik hale getirmek endişeyi, o da
depresyonu çağırıyor.
Depresyondan çıkmaya çalıştıkça aslında daha çok problem
yaratıyoruz. Niye böyle düşünüyorum diye düşünmek problemi büyütüyor. Kendimizi
hasta ediyoruz bu düşüncelerle.
Kendimizle olan iç konuşmamızı fark etmeye ihtiyacımız var.
Fark ettikten sonra da sakince o düşünceden çıkmaya ihtiyacımız var.
Düşünmek kötü bir şey değildir, aksine harikadır. Düşünmeden
durabileceğimiz bir yöntem de yok, elbette düşüneceğiz. Yapabileceğimiz şey,
tekrarlayan, otomatik hale gelmiş ve sesi yüksek olan iç sesimizi fark etmek.
Endişe ile ilgili endişe etmek, düşünmek hakkında düşünmek. Otomatik olarak
yargılayan bir mekanizmaya sahibiz.
Sakinleşmemiz gerekiyor. Bedenimizi fark etmemiz gerekiyor.
Endişe mi var? Tamam, bu nasıl bir his, bedenimizde neler yapıyor, bunu
hissedeceğiz. Endişelenmek neye benziyor, nasıl bir duygu, neremizde kasılma
yaratıyor, neremizde gerginlik oluşturuyor, bunu rahatlatabilir miyiz?
Çok kolay olmayacak, hemen olmayacak ama düzenli pratik
etmemiz çok önemli.
Sürekli tekrar ettiğin düşünceyi fark et ve tam o an bedenine odaklan. O anda ellerin ne yapıyor? Oturduğun yerdeki ağırlığının farkında mısın? Bu seni ana getiriyor. Bunu illa gözün kapalıyken, meditasyon anında yapmak zorunda değilsin, şu an beni dinlerken de, otobüste giderken de yapabilirsin. Şu an iç sesim ne diyor? Bu bende ne yaratıyor? Ve beden taraması ve ana dönüş. Belki o beden taraması esnasında oturuşunu düzelteceksin, belki nefesin gereksiz yere çok hızlı, onu rahatlatacaksın.
Zihin ve beden, birbirinden ayrı değil. Biz bir bütünüz.
Beden karmaşık bir makine ve bakıma ihtiyacı var. O bir obje aslında. Yer
kaplıyor. Ağırlığı, kokusu var. Masa gibi, duvar gibi, ağaç gibi ya da başka
bir insan gibi bizim bedenimiz de bir obje olarak var oluyor. Ama biz onu
içerden “algılıyoruz”. İçerden tanıdığımız tek obje kendi bedenimiz. Çok
gizemli aslında. İşte bu içerden hissedebilme kısmına dikkat etmemiz gerekiyor.
Bedeni, zihni, kendimizi anlamak için ayırarak anlamaya çalışıyoruz bazen ama
aslında bu deneyim bir bütün. Yaşamın kendisini bir bütün olarak algılamamız
doğrusu.
Bilincimiz ve beden, birlikte çalışıyorlar. Uyurken bile rüyamızda bir bedene sahibiz. Farkındalık aslında bedenin derinliği, beden deneyiminin derinliği.
Çalışma:
Stress yaratan şeyi
yakala.
Bedenine bak.
Bunu bedeninde fark et.
Dur orada.
Orayı yumuşatmaya
çalış.
Nefes alıp verirken, verişini uzat. Mum üfler gibi 5-6 kez nefes ver.
“Ben buyum,
böyleyim” diyerek tutunduğumuz halleri esnetmeye, rahatlatmaya, bırakmaya
ihtiyacımız var. Ego, bedendeki gerginliği artırır. Her zaman aynı olan, sabit
olan, belirli bir “ben” yoktur. Böyle bir kendimizi bir tutuş’a ihtiyacımız
yok. Kaybedecek bir şeyimiz yok. Varoluşumuzla zaten tamamız. Varız ve
değerliyiz.
Kişisel olarak doğru beslenmeyle, doğru nefes almayla, yoga ve meditasyon ile postürüm değişti, yürüyüşüm değişti, bağırsak problemimi çözdüm, kendime güvenim ve bedenimle barışıklığım tamamen arttı.
Beden Farkındalığı ve Yoga
Yoga asanaları, bedene vurgu yapar ve bu, psikolojik refah, sağlık ve gelişime, beden-zihin bütünlüğünde bakan Farkındalık Temelli Terapi (Mindfulness Based Therapy) yaklaşımlarında önemli bir rol oynar. Yoga ve meditasyon sayesinde vücut farkındalığı geliştikçe, her bir vücut parçası ile ilişkiniz de gelişir; evrenin boşluğunda,bedeninizin parçalarının tam olarak nerede bulunduklarını, ve aslında var olduklarını fark etmemizi sağlar. 2000 yıl önce Patanjali’nin antik Yoga Sutralarında ifade edildi. Sutra II.46, “Bu disiplin ve dikkat, her asana pratiğine, vücudun en uzak bölgelerindeki derinliklerine nüfuz etmek için uygulanmalıdır. Meditasyon yaptığımız asanalarda bile, zihinle işbirliği içinde, lifler, hücreler, eklemler ve kaslar geliştirilir.”
Alexander Tekniği İle Beden
Farkındalığı
Frederick Matthias Alexander, Tazmanyalı bir aktör/orator. Kendi tekniğini oluşturmaya başlaması sesinin kaybetmeye başlaması ve doktorların bunun nedenini keşfedememesi üzerine olmuş. Oyunculukta, birçok insana hitap etmek için aldığı postürü incelediğinde boynunu sıkıştırdığını, göğsünü öne çıkarmasının sırtına ne kadar baskıda bulunduğunu fark ediyor. Bedeninin arkası gittikçe sıkışıp daralıyor. Bir ezbere dönüşmüş bu postürü yeniden düzenlemek için anatomik olarak izlemesi gereken yolu bulmuş:
-Kafasının öne ve yukarı,
-Boynunun arkaya ve yukarı doğru yumuşamasına ve uzamasına
izin verirken
-Sırtının da arkada genişlemesine ve omurların arasındaki boşluk sayesinde omurgasının da arkaya ve yukarı uzamasına izin vermeli.
Adalar Kültür Derneği’nde Farkındalık Sohbetleri ve Meditasyon derslerimiz devam ediyor. Bu hafta konumuz öz-sevgiydi.
Kendimizi seviyor oluşumuz, yaşamsaldır, yani bizi hayatta
tutmak için var olan, doğal bir duygudur. Yani, siz aslında farkında değilseniz
bile rahat olun: kendinizi seviyorsunuz J
Öte yandan da, her şey karşıtıyla vardır malumunuz.
Kendinizi çok sevdiğinizi düşünüyorsanız da aslında kendinizi sevmiyor
olabilirsiniz. Karışık mı?
Kendimizi zaten seviyoruz’dan başlayalım. Burada ego devreye girer.
Ünlü Psikolog Sigmund Freud’a göre kişiliğimiz üç kavram tarafından
şekilleniyor.
İd: Kişiliğin en
ilkel yanıdır, içgüdülerle alakalıdır. Yani bilinçdışı kuralları (kuralsızlık)
işlemektedir. Dış dünyaya uyum kavramı
tanımazlar. Asıl olan dürtülerin tatmine ulaşmasıdır (haz ilkesi). İd bu
dürtülerinin tatmin edilmesinde (boşaltılması) egoyu kullanmaktadır, egoya
baskı yapmaktadır.
Süperego: Toplumsal
değerler, ayıp, günah, yasak, başkalarının hakkı, başkalarına saygı gibi konuların
ortaya çıktığı üst benliktir. Bunları bilmeyen çocuğu bu konularda anne-baba
baskılar. Bir süre sonra anne-baba ortadan kalksa bile çocuğun içinde gelişmiş
olan süperego duygusu, kendi ebeveynlerini yaratır. Yargılayıcı dizge dediğimiz
superegonun insan yaşantısında uç noktadaki belirtisi “suçluluk
duygusu”dur.
Ego: Yaşamda
kalmamız amacıyla, id’de yer alan haz arama güdüsüyle dış dünyadaki gerçekler
arasında denge kurar. Yani insanoğlunun dış dünya ile uyum içerisinde
yaşamasını sağlayan zihinsel işlevler bütünüdür. Gerçeklik ilkesi egoda
hakimdir. Benliğin temel işlevi anlaşılacağı üzere dış dünyaya uyumdur.
Türkçe’ye yerleşen egoist sözcüğünün bu nedenle yanlış kullanıldığı ileri
sürülebilir.
Superegonun (frenleyici, yasaklayıcı) ve idin (haz ilkesi) baskıları altında ego uygun çözüm yolları arar.
Ego gelişmemiş, zayıf kalmışsa, kişi hem idealine karşı büyük bir arzu duyar ve bilinçli dünyasında bu ideali bir gün gerçekleştireceğine derinden inanır hem de bilinçdışında bu idealini hedefe kesin bir biçimde erişmekle tüketmekten korkar. Yani bu durumda başarı korkutucudur. Eğer ego yapısı zayıf olan bir kişinin ego ideali gerçek ve ulaşılabilir bir hedef üzerine kurulmuşsa, başarı korkusuyla baş edebilmek (ve kimlik devamsızlığı içinde kalmamak) için kişi kendi kendini sabote eder. Bu durumda yaşam, görülebilir ama ölene kadar kavuşulamayacak olan bir hedefle mümkündür.
Mükemmeliyetçilik
Uzmanlara göre mükemmeliyetçilik, yüksek standart sahibi
olmak değil, gerçekçi olmayan standartlar koymak demek. İnsanın kendisi
hakkındaki düşünme şekli; davranış değil. Çok çalışmak veya yüksek hedefler
belirlemekle de bir ilgisi yok. Kişinin kendisini sürekli eleştiren bir iç sesi
olması… Sonuç? Aşırı mükemmeliyetçilik; depresyon, endişe, saplantı, beslenme
bozuklukları, kronik yorgunluk, uykusuzluk, kronik baş ağrısı, hazımsızlık,
erken ölüm, hatta intihar gibi bir dizi önemli probleme davetiye çıkarıyor. Oysa
ki hata yapmak ve hatalardan ders alabilmek, yetişkin olmanın bir parçası.
Araştırmalara göre mükemmeliyetçilik, düşük öz saygı ile ilintili.
Egosu gelişmemiş insanlarda iki tip davranış gözlemleniyor.
İlki içine kapalı insan modeli. Kendisini yetersiz bulduğu için kendisini dış
dünyaya yansıtmasında da hep olumsuza odaklanan, kendisini hep kötüleyen insan
tipi.
İkincisi ise megalomaniden narsisizme kadar giden bir çizgi.
Dışardan baktığımızda bu insanları kendilerine aşıklar, kendileriyle fazla fazla
barışıklar, bundan dolayı da benciller diye düşünürüz. Narsisismin de kökeni
kendine saygısı olmayan, egosu gelişmemiş. Suçluluk, utanç duyguları baskın,
ama bunları inkar ediyor.
Daha güçlü bir benlik
algısına sahip olmak, olgun bir ego için ne yapmalıyız?
Meselelere sadece zihnimizle değil, daha güçlü bir benlik
duygusuyla, öz güvenle ve içgüdülerle karşılık vererek hayata karşı daha güçlü
bir duruş sergileyebiliriz. Bu aslında geçmişe takılıp kalmak veya sürekli
geleceği düşünmek yerine bulunduğumuz ana ve mekana odaklanmak anlamına
geliyor. Benlik duygusu, kendinizi nasıl algıladığınızı, nasıl gördüğünüzü
ifade ediyor. Eğer kendinize dair algınız içsel eleştirilerinizle doluysa,
benlik algınız tehlikeli bir konumda olabilir. Özgünlüğünüzü, öz güveninizi ve
hayata dair neşenizi ortaya koymanız zor olabilir. Bu yüzden benlik algınızı
gerçekçi bir şekilde oluşturmalısınız. İşte benlik algınızı oluşturmanın ve
güçlendirmenin püf noktaları:
Hayatta özgün bir benlik algısına sahip olabilmek için
kendinizi tanımalı ve bu konuda gerçekli olmalı, kendinizin farkına
varmalısınız. Zayıf noktalarınızı bilmeli, değerlerinizi, inançlarınızı,
davranışlarınızı, dünyada nasıl varlık gösterdiğinizi ve başkalarıyla nasıl
etkileşim kurduğunuzu bilmelisiniz.
Gelişimin en önemli unsuru, kendini kabul etmekten geçer. İnsanın kendine saygı duyması; performansını, kazanımlarını, kendi değerinin farkına varma duygusunu, kendisiyle ilgili gurur duyulacak şeyleri geliştirir. Ancak performans zayıfladığında, kendine duyulan saygı azalır. Oysa kendinizi kabul ederek, sadece “iyi” taraflarınızı görmek yerine resmin tamamına bakmayı ve kendinizi her şeyinizle değerlendirmeyi öğrenirsiniz. Yeteneklerinizi, başarılarınızı ön plana çıkarırken başarısızlıklarınızı, engellerinizi saklamaktan veya daha farklıymış gibi göstermekten vazgeçersiniz. Kendini kabul etmek, mükemmel olmamanın insan olmanın kaçınılmaz bir gerçekliği olduğunu kabul etmektir. Bu aynı zamanda gerçekçi ve dürüst olmak anlamına da gelir.
Siz yeterlisiniz. Bu dünyada gözlerimizi açtık. Tüm yaşam
haklarına sahibiz. Uymamız gereken, olmadığımız gibi davranmamız gereken hiçbir
durum yok. Teslim olabiliriz. Rahatlayabiliriz. Bırakabiliriz.
Meditasyon,
kendini kabule ve kendini sevmene yardımcı olur.
Öncelikle kendine ayırdığınız bu zaman için kendinize her zaman
teşekkür edin. Bu öz saygı için elzemdir.
Düzenli meditasyon, doğru oturuş, doğru nefes, sağlığımıza katkılar getirecek. İçerdeki “ben” sizi dinlemede, izlemede, unutmayın, bu zamanı ve bu doğru nefesi, doğru oturuşu, beden ve an farkındalığını ona gönderdiğinizde, o, sevgi görecek, saygı görecek, ben değerliyim duygusu oluşacak. Düzenli yaptıkça ruhsal benliğimizle bağlarımız güçlenecek. Hayata inancımız güçlenecek. Hayatla, yaşamla, doğayla bir oluşumuz çok daha net olacak. Yalnızlık ve çaresizlik duygumuz azalacak. Hepimiz biriz. Enerjiyiz. Birbimize aynayız. Birbirimize muhtacız. Birbirimize gücüz. Ağaç da bir enerji, biz de, toprak da, su da. Saf sevgiyiz.