İki yıl önce Büyükada’ya taşınmış olan sevgili Elçin Oflaz’ın detoks kamplarında katılımcılarla yin yoga ve meditasyon dersleri de yapıyoruz.
Elçin Oflaz’ın detoks kamplarıyla ilgili bilgi almak için buraya tıklayabilirsiniz.
İki yıl önce Büyükada’ya taşınmış olan sevgili Elçin Oflaz’ın detoks kamplarında katılımcılarla yin yoga ve meditasyon dersleri de yapıyoruz.
Elçin Oflaz’ın detoks kamplarıyla ilgili bilgi almak için buraya tıklayabilirsiniz.
Sevgili Gülay Oktar ile yıllardır tanışırız, bir filmin basın gösteriminde tanışmıştık, sonra da karşılaştıkça güzel enerjiler yollamıştık birbirimize.
Geçtiğimiz günlerde aradı, programa konuk olur musun, çok güzel şeyler yapıyorsun ve ilham verici bir öykün olduğunu düşünüyorum programda bundan bahsetmek ister misin dedi, uzaktan böyle bir bakış beni çok mutlu etti ve seve seve kabul ettim teklifini.
Programa şu sözlerle başladı sevgili Gülay:
Bazı yollar, kilometrelerden, mesafelerden değil de insanın iç dünyasından alır gücünü. Çıktığın yol, seni sana ulaştırır yani. Önce kendi hayatını değiştiren, şimdi de başkalarına, kendi hikayelerini bulmada yol arkadaşlığı yapan bir isim: Melis Zararsız farkındalık ve değişim hikayesini paylaşmak üzere telefon hattımızda…. Birkaç yıl önce yaşamında radikal değişiklikler yaptın, aslında çoğumuzun zaman zaman aklından geçirdiği ama belki cesaret edemediği bir şeyi yaptın, seni daha mutlu edecek bir hayat için konfor alanını terkettin. Hikayenin başkalarına ilham hatta cesaret vermesi amacıyla davet ettim seni…
Kendisine, uzaktan gözlemleyerek beni böyle tasvir ettiği ve bana kendi hikayemi anlatmama alan açtığı için çok teşekkür ediyorum.
Gecenin İçinden, dolu dolu, harika bir radyo programı bu arada, mutlaka takip edin derim. Her gece 23’ten sonra TRT Radyo 1’de.
Sohbetimizi buradan dinleyebilirsiniz:
1-5 Eylül Datça’da yoga kampındaydık. Dönüş günü dedim ki bu güzel mekanda Zararsız Yaşam Youtube kanalım için bir video çekelim, ve işte yin yoganın hayatıma girişi, eğitmen oluş yolum ve birkaç yin yoga başlangıç pozu:
29 Haziran 2013 tarihinde Türkiye’de Koç Ulusal Meslek Standardı ile koçluk meslek olarak resmen tanındı ve böylelikle 29 Haziran Türkiye Koçluk Günü ilan edildi. Bu vesileyle ilk koçluk akreditasyonumu aldığım International Coaching Academy (ICA) Türkiye akreditasyonlu eğitmen ve koçlar olarak 29 Haziran akşamı Instagram ve LinkedIn ortak canlı yayınında koçluğun detaylarıyla ilgili sohbet edeceğiz. Ben mindfulness temelli koçluktan ve koçluğun sınırlarından bahsedeceğim dilim döndüğünce, zaman yettiğince. Aşağıdaki hesaplardan bağlanabilirsiniz.
Biz iki ortaokul arkadaşıyız. 1992’den beri süren güzel bir dostluğumuz var. Son birkaç yıldır ikimiz de birbirimizden bağımsız olarak spiritüel gelişime zaman ayırmakta, eğitimler almakta, eğitimler vermekteydik. Meditasyon, yoga… Pandemi’nin getirdiği depresif hallerde sesli mesajlarla birbirimize destek olmaya çalışırken bir fikir peydah oldu: Neden güçlerimizi birleştirmiyoruz?
Bezen’in yoga’dan önceki eğitim serüveni sanat, tasarım, tekstil üzerine. Benimse yazmak, yayıncılık ve sinema. Şimdi ise yoga, meditasyon ve koçluk var ceplerimizde. Neden bunları bir potada eritip bir atölye kurmayalım dedik. Ve ben, ne ara isim bulduk, ne ara instagram hesabı açtık, ne ara verdiğimiz online dersleri bu atölyenin içine kattık, ne ara ürünler üretip bunları satışa çıkardık, gerçekten hala bilemiyorum, iki çok temel cümle geliyor hemen aklıma: “yapınca oluyor” ve “bir elin nesi var, iki elin sesi var. “
İki aydır instagram hesabımızdan yaptığımız işleri duyurmaya devam ederken bir yandan sanatı yoga ve meditasyonla birleştirip güzel ürünler tasarladık, birlikte el emeği göz nuru şeklinde ürettik, sizlerin beğenisine sunduk. Bu haftasonu itibariyle e-dükkanımızı da açtık:
https://shopier.com/atolyemudita
Instagram hesabımız ise: instagram.com/atolyemudita
Bu atölyenin çatısı altında yoga , meditasyon dersleri, sanat atölyeleri ve ürünler yer alıyor. Umarız yolumuz atölye mudita sayesinde kesişir.
Bol bol mudita ve metta ile, hoş kalın.
Merhaba. Geçtiğimiz günlerde 7 günlük bir inziva deneyimim oldu. Bunu seninle de paylaşmak istedim gelen pek çok soru mesajı üzerine.
Vipassana Nedir?
Hindistan kökenli, 10 günlük bir inziva uygulamasının adı aslında. Kelime anlamı ise olanı olduğu gibi görmek. S.N Goenka isimli Hintli bir budistin 1969 yılında başlattığı bir uygulama. 1982 itibariyle tüm dünyaya yayılıyor.
Bizim bildiğimiz anlamda inziva ne demek peki; köşeye çekilmek, insanlardan uzaklaşmak, dünyadan bir müddet el etek çekmek anlamına geliyor inziva.
Vipassana oldukça ilgimi çekmişti ve epey araştırdım. Nasıl mı gerçekleşiyor? Bir eğitmen gözetiminde bir mekanda 10 gün geçiriliyor. Sabah 4-5 gibi kalkılıyor, çan sesi ile. Akşam 10’da ise uyumak üzere odalara geçiliyor. Tüm gün konuşmak ve herhangi bir meşguliyet yasak. Meditasyon pratikleri için biraraya geliniyor. Eğitmene soru sorma saati mevcut. Tüm elektronik aletler uygulamanın başlangıcında eğitmene teslim ediliyor. İdeal bir vipassana’da yoga, spor gibi aktiviteler de yasak. Cinsel aktivite yasak. İçki ve uyuşturan maddeler yasak. Yemekler vejetaryen ya da vegan. Yemekleri siz yapmazsınız, başkası sizin için hazırlar. Günleriniz meditasyon yaparak, yürüyüş yaparak, yemek saatlerinde yemek yiyerek, arada uyuyarak, ihtiyaç duyduğunuzda duş almakla geçer, başka bir aktivite yapmazsınız. Kitap okumaz, yazı yazmaz, televizyon seyretmezsiniz. Elinizde sadece kendiniz varsınız. Peki, var mısınız?
Böyle bir deneyim yaşamak isterseniz Türkiye vipassana resmi web sitesi var: dhamma.org.tr. Vipassana’lar ücretsizdir. Ekibe bağışta bulunabilirsiniz ancak mecburi değildir.
Peki, amaç ne? Amaç yapılan nefes meditasyonları ile zihin üzerinde hakimiyet geliştirmek. Beden duyumlarını fark etmek. Şefkat meditasyonları da yapılır. Sağlıklı zihin egzersizidir aslında bu çalışmalar.
Budizme göre zihin ve maddenin tüm alanı -altı duyu ve bunlara ait nesneler- anicca (geçicilik), dukkha (ızdırap) ve anatta’nın (benliksizlik) temel özelliklerine sahiptir. Vipassana’larda “ben, benim” gibi tutunduklarımızla, yapıştıklarınızla yüzleşip onlardan bağımsızlaşma şansınız oluyor aslında. Gerçekliği deneyimliyorsunuz. Bağlandıklarınızdan kurtulduğunuzda ızdırap bitiyor, diyor Budizm. Ve Vipassana’da çalışmaları bölümlendiriyorlar: Kayanupassana (beden gözlemi) ve vedananupassana (beden duyumları gözlemi) fiziksel yapı ile ilgilidir. Cittanupassana (zihin gözlemi) ve dhammanupassana (içerik gözlemi) zihinsel yapı ile ilgilidir. Kişisel deneyiminizle, zihin ve maddenin birbirleriyle nasıl ilişkili olduğunu görün, diyorlar. Zihin ve maddeyi deneyimlemeden anladığına inanmak, aldatmaca oluyor. Sadece doğrudan deneyim, zihin ve madde hakkındaki gerçeği anlamamızı sağlayabilir. İşte burada Vipassana bize yardım etmeye başlıyor. Meditasyon esnasındaki beden taramalarında, farkedilen duyumlara tepki verilmemesi isteniyor. Örneğin, kaşındı, uyuştu. Yine de tepki vermek yok. Tepki vermemeyi öğrenmenin acı eşiğini yükselttiği söyleniyor. İdealde 10 gün bu tepkisizliği deneyimleyen kişi, son günlere doğru sadece atom altı parçacıklardan oluştuğumuzu, sadece bir titreşimden meydana geldiğimizi fark ediyor. Herşeyin geçiciliği de böylelikle anlaşılıyor, diyorlar. Çünkü aslında, gündelik hayatta bir şey oluyor, ve bizim bedenimizde ve zihnimizde bir duyum oluşuyor. O duyumu fark etmeyip, es geçip, duyumun bizde yarattığı arzu ya da acıya kapılıyoruz. Böylelikle egomuzun ve ıstıraplarımızın kölesi oluyoruz. Halbuki önce duyumu fark edecek olursak, onun gelmesini ve sonra geçip gitmesini fark ettiğimizde, geriye yan etkisi kalmıyor, acı veya arzu gibi. Gerçekliği olduğu gibi gözlemliyorsunuz ve istek ya da reddetme gibi koşullanmalara yer kalmıyor.
İnziva, tasavvufun önemli esaslarından olan zühdün içinde de yer alan bir deneyim. Zühd; birşeye rağbet etmemek, onu terketmek ve yüz çevirmek anlamında kullanılıyor. Tasavvufî anlamda ise, Allah’tan gayrı şeylere takınılan olumsuz tavrı ifade eder. Bu kişi insanlardan uzaklaşarak, tekkelerin çilehâne veya halvethâne adı verilen tenha, karanlık özel bir bölümünde inziva hayatı yaşar, az yemek, az uyumak suretiyle devamlı ibadet ile meşgul olup yüzünü tamamen Hakk’a çevirir.
Meditasyon eğitimleri aldığım hocam Budist bir eğitmen. O da senede birkaç kez inziva düzenliyor normal şartlarda. Genelde 5 gün süren inzivalar yaptıklarını duymuştum, Assos’ta. Biz pandemi krizinden belki 1-2 hafta önce, Şubat sonu – Mart başı gibi, 3,5 günlük bir inziva için 15-20 meditasyon buddy’si, hocamızın önderliğinde Çatalca’ya gitmiştik.
Çatalca’ya varır varmaz cep telefonlarımız alındı elimizden. Kalacağımız evlerde televizyon ya da herhangi bir elektronik eşya yoktu. Sabah beş buçuk gibi çanla uyandırılıyorduk. Meditasyon alanına geçip birlikte meditasyon yapıyorduk. Sonra vegan kahvaltıya oturuyorduk. Sonra boş zaman. Kitap okumak, yazı yazmak yasaktı. Vegan atıştırmalıklar vardı etrafta, meyve, kuruyemiş gibi. Bitki çayları içiyorduk. Akşam yine bir zil, meditasyon zamanı. Bunlar uzun meditasyonlar bu arada. Çok çok çok zorlayan. Sonra günün ikinci öğünü, vegan akşam yemeği. Akşam erkenden yatış. Birlikte yemek yediğimiz sofra dahil, aralarda da sıfır konuşma.
3,5 gün de kolay geçmemişti doğrusu, 5 gün 10 gün nasıl yapıyor insanlar diye şaşırmıştım. Açıkçası bir cep telefonu ve internet bağımlısı olmama rağmen hiç aramamıştım bunları, aksine elimden alınmış olmasına sevinmiştim. Müzik dinlemeye bayılmama rağmen öyle bir arayışım da olmamıştı. Kitap okumak vs de öyle. Mecburen kendimle ve doğayla başbaşa kalma fikri iyi gelmişti. Doğada güzel yürüyüşler yaptık, konuşmadan birlikte, bazen de tek başımıza. Ancak fikirler geliyor elbet, takıntı yaptığım düşünce yapılarımla karşılaşmıştım. Kaçmak isteyip kaçamamak ilginç oluyor o duygulardan. İçinde oturuyorsun işte duygunun, düşüncenin ve geçmesini bekliyorsun. Geçiyor da. Mecbur, doğası gereği. Sonra geçtiğini fark edip aslında o geçen şeyin somut olmayan bir şey olduğunu, zihnin ürettiğini fark ediyorsun. Uzun meditasyon oturmaları çok zordu. Bazen sıkıntı. Bazen beden duyumları. Bazen tuhaf duygu ve düşünceler. Bazen ağlama hissi. Bazen uyku gelmesi. Bazen ise inanılmaz rahatlatıcı, sakinleştirici, kafa açıcı, ahaaaa anları yaşatıcı, nefesimin açıldığını hissettiğim, şükrettiğim anlar… Bizim inzivamız 10 günlük olmamasıyla, bir de 1 saatliğine birlikte yoga yapmamızla vipassana’dan ayrılıyordu.
Sonra biz pandemi zamanı online olarak buluşup birlikte meditasyon yapmaya, güzel sohbetler etmeye devam ettik. Ve hocamız dedi ki, o zamana kadar belki her şey hafifler, Eylül’de Assos’a inzivaya gidelim, bu kez 7 gün 7 gece.
Varım diye atladım, çok heyecanlıydım. Yine vipassana kuralları yoktu, denize girmek serbestti mesela, galiba yoga yapmak da. Ve yine 10 gün değildi ama 7 gün 7 gece de az değildi doğrusu. 3,5 günlük deneyimimi düşününce, iyice heyecanlanıyordum. Ancak tabii ki aslında olması gereken oldu ve pandemi sürecinin değişmemesi, aksine rakamların artması sebebiyle önlem almak durumundaydık ve inziva programı iptal edildi. Gerekli katılım sağlansaydı, online devam edecektik aynı ekip ama o da sağlanamadı. Gerçi bu ikinci duruma üzüldüğümü söyleyemem çünkü inzivanın benim için en önemli kısmı teknolojik aletlerden uzak durma kısmı ve gün içinde birlikte meditasyon yapabilmek, belki bir iki konu paylaşabilmek adına ister istemez laptopumu açmak durumunda kalacaktık, bunu istemiyordum. Sonuç olarak program tamamen iptal olunca ben de Büyükada’da yaşayan biri olarak şöyle bir karar aldım: Bu inzivayı evimde de gerçekleştirebilirdim.
Tarihlere sadık kalarak eşime dostuma haber verdim. Bu tarihler arasında cep telefonum açık olmayacaktı, internete girmeyecek, iş yapmayacaktım. Herhangi bir etkinliğe katılmayacak, dışarı çıktıysam da birini gördüğümde konuşmayacaktım. Bu tarihlere denk gelen Salı günü meditasyon dersimi iptal etmeyecektim, çünkü eğer inzivada olsaydık da biraraya gelip meditasyon yapacağımız, iki kelime paylaşacağımız zamanlar olacaktı, bu dersimi o zamanlara saydım ve Cumartesi – Cumartesi aralığında sadece Salı günü Adalar Kültür Derneği bahçesinde sezonun da son dersi olan, içinde yin yoga hareketleri de barındıran meditasyon dersimi verdim.
Ben vippasana yapmayı düşünmüyordum, açıkçası Assos’ta yapacağımız inzivanın kurallarına birebir uymak da değildi niyetim. Bu biraz “my kinda retreat (benim tarzım bir inziva)” oldu. Kendi kurallarım şöyleydi:
Bu bir hafta boyunca;
İçimden geldiği ölçüde yazı yazılacak, eski defterlerim ve yazılarım incelenecek.
Şansıma kapalı bir hava vardı dışarda çoğunlukla bu bir hafta içinde. Yağmur da yağdı, rüzgar da çıktı. Yine de iki üç kez yürüyüş yaptım adada. Çok iyi geldi. Bir kez de bisiklete binme fırsatım oldu.
Zihnimde sürekli “evet, ne yapıyoruz? Neyle meşgul olmalıyız? Yetişmesi gereken bir şey yok mu? Bizden beklentisi olan kimse yok mu? Ne yapsak?” gibi sorularla karşılaştım. Bir ara bocaladım. Sonra sakinledim. Gerçekten meşgul olacak bir şey, mecburiyetler, beklentiler, deadline’lar olmayınca ve zihin ile beden buna ikna olunca, zaten teslim oluyor. Ev işleri mesela, çok daha yavaş, sakin ve huzurlu bir şekilde yapılıyor. Daha çok ev işi yapılıyor, çünkü daha çok göze batıyor. Ama ev işi derken hummalı bir işe girişmekten bahsetmiyorum, o yine bir şey yapmamaktan kaçmak adına kendimi meşgul etmek olurdu. Dağınıklığı toplamaktan, bulaşıkları yerine yerleştirmekten falan bahsediyorum. Çok daha yavaş, çok daha düzenli. Şu dağınıklığı toplayayım da, sonra şunu şunu yapayım bir an önce gibi bir zihin kayması yok, ya da tam tersi, şunları şunları yapayım da, dağınıklığı sonra toplarım kaçışı yok. Her şey olması gerektiği gibi, olması gerektiği zamanda. Oh be.
Tüm bu zaman oyunlarını, zaman yönetmeleri, zaman yönetememeleri, kendimin yarattığını da fark ettim bu süreçte. Bir ara dedim ki, ee, tabii, freelance hayatı seçersen böyle olur, disipline olmak kolay değil. Sonra güldüm bu dediğime. Freelance hayat mı? Bu ne demek? Bu şu demek. Sen toplumun sana dayattığı, sistemin oturttuğu “haftaiçi 9-6 çalışmak, haftasonu tatil” mantığından yıllardır uzak olmana rağmen hala doğru oymuş da sen o doğruda değilmişsin gibi bir algıya sahipsin. O taraftan bakarak, kendi seçiminin zorlayıcı olduğunu söylüyorsun. 9-6 ne, haftaiçi, haftasonu, freelance ne… Sen bu dünyaya çırılçıplak gelmiş bir insan evladısın. Doğdun, yaşıyorsun, bir süre daha yaşamaya devam edip öleceksin ve kimbilir sonrasında neler var ya da yok. Bunun ötesinde bir gerçeklik, bir “doğru düzen” yok ki… Gerçeğin içindesin bu inzivada. Evet, bir vipassana değil ama “benim tarzım inziva”da da gerçekliği, olduğu gibi gözlemliyorsun. Tamam, bu düşünce yapını fark ettin. Kızma kendine, eleştirme bunun için. Şimdi kapa gözlerini, aç gönlünün gözlerini, aç kulaklarını. Dinle. Rüzgarı dinle. Ağacı dinle. Kuşları dinle. Sessizliği dinle. İç sesini dinle. Otur. Dur. Uzan. Gevşe. Sakin ol. Koşacak, yetişecek bir yer yok. Düzeltmen gereken, değiştirmen gereken bir şey yok. Çay iç. Bak. Gör.
İç ses: Bu bir lüks. Bu bir tembellik. Bu bir eylemsizlik. Bu hakkedilmesi gereken bir şey.
Bilinç. Fark et. Yargılama. Kızma. İteleme, öteleme. Kabul et bu düşünceni, duygunu. Görülmek istiyor, ilgi istiyor senden. Seni görüyorum. Varsın sen. Hoş geldin. Kapı açık. Artık ilgime ihtiyacın kalmadığı noktada uçuşarak kapıdan çıkmana izin veriyorum. Seninle ilgilenecek çok vaktim yok zaten. Şu an nefesimin burnumdan giriş çıkışıyla, havadaki kokuyla, rüzgarın bedenimi ürpertişiyle ilgileniyorum. Seni gördüğüme göre, istediğin zaman çıkabilirsin, serbestsin.
Gitti.
İç ses: Sıkıldım. Bir şeyler yapalım.
Bilinç. Fark et. Kızma. İtme. Çekme. İçinde boğulma. Dikkatini istiyor senden deli gibi.
Başka bir iç ses: Şu an inzivada olmasaydık ne yapacaktık ki? İnternet. Cep telefonu. Dünyayı mı kurtaracaktık.
Bilinç. Yargıyı fark et. Onu da kabul et. Sıkılabilirim. Bunu yargılayabilirim. Bunlar da geçici. Dikkatimi verdiğim şey ellerim şu an. Sıcak bir enerji var ellerimde. Güzel hissettiriyor. Sakinler, dinleniyor sanki ellerim. Dizimin üstünde duruşunu gözlemliyorum. Kumaşa değdiği yerler. Kumaş da yumuşak. Sıkılma ve yargılama adlı arkadaşlar, beni beklemeyin, siz çıkın.
Gittiler.
Bunun gibi pek çok mindfulness çalışmasına o kadar çok ortam oluştu ki, zihnim sağolsun.
Yin yoga ve meditasyon pratiklerini her gün yaptım, yapabildim. Çünkü, neden yapmayacaktım ki? “Normal” zamandaki tüm bahaneler kaybolmuştu: dur şunu yapayım da sonra yaparım. Bugün yorgunum. Hiç vakit yok. Acaba bunu yaparken boşa vakit mi harcıyorum, bunu yapmak yerine şunu mu yapmalıydım…
Tüm zamanlar benim. Daha iyi bir “işim” yok yapacak. Sakin, akışta bir yin yoga. Mis gibi meditasyonlar. Her gün, düzenli. Zorlamadan. Kendiliğinden. İhtiyaç hissedecek kadar.
Kütüphanem. Kaç zamandır okuduğum tüm kitaplar, kişisel gelişim, yoga, meditasyon, nefes üzerine. Hepsine bayılıyorum. Ama biraz da hayalgücüne, masallara ihtiyacım var, biliyorum. Gözüm kütüphanemdeki kitapların üzerinde geziniyor, beni oku, beni oku diye tek tek kendilerini gösteriyorlar sanki bana. Çekici kapaklar, çekici başlıklar. Nicedir merak ettiklerim. Hepsinin arasından bir kitap göz kırpıyor. İncecik bir kitap. Doğu’nun Limanları. Amin Maalouf. Amin Maalouf imzalı Çivisi Çıkmış Dünya’yı okumuştum. Doğu’nun Limanlarını da bir an benzer bir kitap zannediyorum. Bir inceleme gibi. Çok eskiden almış olduğumu zannediyorum bu kitabı. Alıyorum elime, biraz başlayayım derken bir saat boyunca yerimden kıpırdamadan kitabı yer gibi okuduğumu fark ediyorum. Hayır, bu kitap klasik bir roman, tarihi öğeleri de var ama bir inceleme değil. Kurmaca bir hikaye. Masalımsı, adeta destanımsı bir anlatım. En çok ihtiyaç duyduğum tür şu aralar. Kitap 1996’da yazılmış ama hayır, ben eskiden almamışım ki, 2018 Kaş yazmışım öndeki boş sayfasına adımı yazarken. Pek hatırlayamıyorum ve bu detayı es geçerek kendimi kitaba bırakıyorum yeniden. İki günde bitiyor kitap. Lezzeti var resmen kitabın. Zevkten dört köşeyim. Sanki bir film izliyorum. Anlattığı tüm detaylar insanın zihninde filmleşiyor adeta. Maalouf, bu öyküyü 60’lı yılların sonuna doğru tanıştığı bir kişinin hayatından esinlenerek yazdığını belirtmiş. Yapıt Lübnan’da doğan, sonra Fransa’ya giderek direniş hareketlerinde görev alan, Lübnan’a döndüğünde bir kahraman olarak karşılanan Kitapdar’ın öyküsünü konu alıyor. Bittiğine üzüldüğüm kitaplardan oldu. Sonra şunu farkettim. Kitabın arkasına da bir not almışım. O an, kitabı aldığım ana dair yaşadıklarım, Kaş anıları. İyi ki yazmışım. Ve hatırladım: Benim gerçekten de 5 yaşımdan beri, hayatta en çok sevdiğim şey kitap okumak ve yazmak. Ve son son kendimi bir kitaba ne kadar da veremediğimi ve hep öğrenmek temelli kitaplar okuduğum yüzüme çarptı resmen. İnzivada okuduğum bu kitap sayesinde sanki 5 yaşında keşfettiğim o muhteşem büyülü dünyayı, yeniden, ilk kezmiş gibi, keşfediyormuşum gibi hissettim. Tanrım okunacak ne kadar çok ve ne kadar güzel kitap var, yaşasın, içimi çocuk gibi bir sevinç kapladı. Bunun inzivamı bozduğunu düşünmedim, ruhumun ihtiyacı olan, şahsıma münhasır bir deneyimdi.
Sonra, defterlerim, ah evet, o defterler….
O kadar uzun zamandır yazıyorum ki. Ve o kadar düzensiz ki. Ve o kadar türsüz ki. Defterler dolusu anı, günlük notlar, hikaye denemeleri, şiirimsiler, çoğunlukla bilinç akışı, denemeler, makaleler… Ders notları, çalışmalar. Duygularımı ve düşüncelerimi o kadar çok akıtmışım ki defterlere. Bunun çok sağlıklı olduğunu düşünüyorum, iyi ki yapmışım. Çoğu tarih, gün, saat, yer içeriyor. Hayatımın belgesi onlarca defterde. Evet onlarca. Defter almalara doyamıyorum. Şımarık gibi birine bir şeyler yazıyor, bırakıyorum, yenisini alıyorum. Otuz seneye yakın zamandır bu böyle. İnzivamda çoğunu ele almaya çalıştım. Şaşıra şaşıra okudum çoğunu, bir kısmını temize çekip attım, bir kısmını temize çekmeden attım, bir kısmını başköşeme koymak üzere kütüphanemin en önemli yerine koydum. Bir kısmında ağladım, bir kısmında çok güldüm. Bunları yaparken kendime sarılıyormuşum gibi hissettim. Melis’in dünyasıydı.. 41 yaşındayım. Bilinçli tüm yaşam hikayem orada… Anılar, öğrenilenler, ıstırap ve mutlulukla geçen zamanlar. Bunların kelimelere dökülmesi, çoğunlukla edebi bir ifadeyle. Bazen muzip. Bazen çok öfkeli ara tonlarla. Anlık duygularımı ve düşüncelerimi ve deneyimlerimi de yazdım bunları yaparken. Bir düzene soktum sanki çoğunu. Yazmak istediğim kitaba çok katkı çıkacak buradan. Teşekkürler her gün ölen ve yeniden doğan binlerce Melis, bana hep mektuplar yazmışsın yolda. Geçmiş küldür, üfle gitsin*, ama kendini de unutma, dedi onlarca mektup. (*Tanrılar Okulu)
Kendimi hatırladım. Sevdim, bağrıma bastım kendimi, kelimelerimi, bakış açımı, yaşam çizgimi, yeteneklerimi, hüzün ve sevinçlerimi, tercihlerimi. Geldiğim noktayı. Yolumun devamını gördüm.
Çok şükür.
Salyangoz. Ah, o salyangoz. İnzivamdan önce kızlarla buluşmuştuk aylar sonra, Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda, gece adaya döndüm, eve geldim, bir de ne göreyim, çantama yapışmış bir salyangoz. Belli ki özgürlük parkındaki çimlerde otururken biz, konuşlanmış oraya, benimle birlikte vapur yolculuğu yapmış, adada yaşamaya ve ölmeye karar vermiş. Yapışıktı çantama, ben de çantamı balkona koydum o gece. Sabah baktım bir hareketlenme var. Onu saksımın içine koydum, oradan yolunu bulsundu artık, ağaca tırmansındı mesela, bilemem artık ötesini. Birkaç saat sonra baktığımda saksının dışına yapışmıştı. Çok hoşuma gitti, fotoğrafını çektim. İlginç geldi, benimle yolculuk edip şu an benimle yaşıyor olması.
Dışarı çıktım, eve döndüğümde yerinde yoktu, aşağı baktım, anladığım kadarıyla düşmüş ve kırılmıştı. Çok canım sıkıldı. İnip yakından bakamadım. Ertesi gün bakmaya gittim ama çok da fazla göz atamadan hızlı bir hareketle kabuğunun bir kısmını aldım hatıra olarak.
Gece yattım. Sabaha karşı, belki 5 falan, çat diye uyanıp telefonumu açtım, internete girdim ve araştırdım biraz salyangozu.
Salyangozla ilgili sembolizmalar var, salyangozun bir insanın totem hayvanı olması gibi bir durum var, salyangozun mitolojik karşılıkları var. Karşıma şöyle bilgiler çıktı:
Salyangoz ruhu, onun toteminden ve sembolizminden en iyi şekilde faydalanmayı seçen bir ruha en değerli anlamı yükleyebilir. Simgesellikte salyangozun en güçlü fiziksel kısmı belirtildiği gibi onun kabuğudur. Salyangoz kabuğu temelde korunmanın tek biçimidir. Zayıf ve sümüksü bir bedeni olan salyangoz sert kabuğu olmadan savunmasızdır. Bu basit fakat son derece önemli olan özellikten dolayı, salyangoz sembolü korunma ve savunmayı temsil eder.
Salyangoz kabuğu hakkındaki bir diğer şey, salyangozun evinin kat kat olmasıdır. Salyangoz kendi kabuğunu yapar, yaşadığı sürece onu taşır. Bu, salyangozun yaşayan bir mobil ev olduğu anlamına gelir. Salyangoz nerede olursa olsun, o daima evdedir. Bu seyahat, güvende olmak ve kendine güvenmek anlamlarını taşır. Salyangoz hayvan totemi yavaş yavaş ilerleyerek bu dünyada uzun bir yol kat etti. Bu bize yolun güvenli olması için acele etmemize gerek olmadığını gösterir. Tıpkı salyangoz kabuğuyla bu dünya üzerinde çalışıyormuş gibi bizim de sahip olduklarımızla çalışmamız gerekiyor.
https://www.demetyildirim.com/ac/blog/genel/salyangozlar-ve-spiraller
Evrenin sırlarını saklayan salyangozun kabuğunun büyüme oranı, spirali meydana getiren şerit ya da odacıkların ölçüleri “Fibonacci” sayı dizisini vermekte .Bu dizinin özelliği ; yeni oluşanın ,ondan önce oluşmuş iki parçanın ölçülerinin toplam değerini vermesidir. 2 ila 1, bir araya gelir ve 3’ü oluşturur. Bu oranın hesaplanmasını ilk fark eden İtalyan Matematikçi Fibonacci’nin adıyla anılan bu dizilime sahip olan kara ve deniz salyongozları sembolizmde kutsal üçlemeyi anlatıyor. Ruh-Beden–Akıl, Geçmiş-Şimdi-Gelecek ,Anne-Baba-Çocuk.
http://www.bolugundem.com/salyangozun-sirlari-16146yy.htm
Nautilus
Bütün bunlar bana konuşuyormuş gibi bir his geldi. Yaklaşık iki sene önce minik minik taslağını oluşturmaya başladığım kitabıma bulduğum isim: Kabuk’tu. Bu minik salyangoz, günlerce aklımı meşgul etmesiyle, sembolizmalarıyla, belki de beni kitabımı yazmaya itiyor, diye düşündüm. Defterlerime sarılmam ve içinde kıymetli olduğunu düşündüğüm pek çok yazı bulup, bunları kitabımda kullanabilirim diye sevinmem de aynı döneme denk geldi. Bütün bu anlamları kabul eden benim, bunun farkındayım, zaten anlam dediğimiz biz insan evladının oluşturduğu bir kavram değil de ne…
Bu bir hafta dünyanın alıştığımız koşturmasından el etek çekmek bana çok iyi geldi. Kendi iç sesimi daha çok duydum, yavaşladım, sakinledim. Eminim midem, omuzlarım, beynim, cildim, ayaklarım, ellerim, gözlerim de rahatlamıştır.
Your kind’a retreat 🙂
İmkan yaratabildiğin ölçüde kendine özgü inzivanı yap derim. Yaşa bu deneyimi. Şu anki hayat düzenine göre, illa bir yerlere gitmek, ya da günlerce kendini kapatmak zorunda değilsin. Kendin karar verdiğin bir saat diliminde cep telefonunu kapat. Belirli bir süre diliminde teknolojik aletlerden uzak dur. Doğada tek başına, kulaklığın, müziğin olmadan, sakince yürü. Belki bir banka otur, etrafı incele. Sesleri duy, renkleri gör, rüzgarı hisset. Güneşi. Kuşları duy, ya da arabaları. Yargılamadan sadece duyumsamalarını fark et. Evinde otur. Çay içerken pencereden dışarı bak. Ağır yemekler yeme, mesela birkaç gün. Erken bitir yemeklerini. Sabah erken kalkıp biraz gerin yatakta. Hemen kalkma. Uyanır uyanmaz nasıl hissettiğine bir bak. Bedenin nasıl hissediyor? Moralin nasıl? Günü nasıl daha moralli kılabilirsin? Biraz buna odaklan. Yavaşla. Acele etmeden işlerini bitirmeyi dene, iki gün için belki. Sırayla yap işlerini. Belki sevdiğin bir kitabı oku biraz. Hiçbir şeyin seni bölemeyeceği bir 15 dakika yarat. Belki sevdiğin bir müziği dinlemek istiyorsun. Sadece ona zaman ayır. Bak bakalım hayatında neler değişiyor. Benimle paylaşmayı da unutma. Şifa olsun.
İnziva deneyimimi podcast olarak dinlemek istersen:
Kendimize karşı dürüst olma vakti. Belki ifade ederek, belki içinden, Nefret ediyorum! dediğin bir olay, bir nesne ya da bir kişi var mı? Fark et, yakala o duygunu. Eminim hemen neden nefret ettiğine dair, “haklı” olduğun sebepler gelecektir peşinden aklına. Hatta biri soracak olsa, hemen sıralamak için bunları aklından geçirirsin. Çünkü kimse aslında nefret dolu olmak istemez, ya da, “ben kötü düşüncelere sahip biriyim” gibi bir kabulleniş yaşamaz, nefret varsa, sebeplerimiz de vardır. Aslında biz iyi bir insanızdır ama o olay, o nesne, o insan her neyse, nefretimizi kazanmak için mutlaka bir şeyler yapmışlardır ve bunu hak etmişlerdir.
Peki, tamam.
Şimdi bir bak bakalım. Sende nefret duygusu uyandıran bu olay, bu kişi, her neyse, bu konu diyelim, bu konuya neresinden bağlısın? Seni ilgilendiren kısmı ne? Seninle ilgili olan kısmı ne bu konunun? Peki, sende bir duygu yaratmasına izin verdiğin kısım neresi?
İlgi alanımıza soktuğumuz her konu, her kişi, her olay, her durum bizde bir duygu yaratır. Bir karşılığı vardır bizde, vardır ki ilgi alanımıza girmiştir, olumlu da olsa, olumsuz da. Bizim inanışımıza, bizim bildiğimize, bizim alışkanlıklarımıza, bizim örf ve ananelerimize belki, bizim bakış açımıza, bizim zekamıza, bizim sevdiklerimize ters bir şey vardır duygumuz nefretse. Ancak, ters olmakla kalmamıştır, canımızı da yakmaktadır, egomuzu tehdit etmektedir. Çünkü nefret güçlü bir duygudur. Şu konuyla, şu kişiyle, şu mekanla aynı noktada değilim, demekten çok daha fazlasıdır. Ona ruhumuzda, gönlümüzde, zihnimizde, zamanımızda bir yer vermişizdir. Onu dilimize dolamışızdır. Onu konu etmişizdir. Belki de aslında bir korkumuza karşılık geliyordur. Belki aslında sevmek istediğimiz bir şeyin hayal kırıklığıdır yaşanan. Belki bilmediğimiz, bilemeyeceğimizi düşündüğümüz için dışlamak adına nefret duygusu geliştirmeyi tercih etmişizdir. Belki nefret duygusu, bizi başka bir yere konumlandırmaktadır ve bizim o konuma gereksinimimiz vardır. Bir şeye aynadır bu duygu, ama neye, biraz daha derine bakınca, çıkar ortaya.
Belki diyeceksin ki, ne yani, katillerden, canilerden, işkencecilerden, tecavüzcülerden nefret etmeyelim mi? Nefret ediyorsak aslında bu bizdeki başka bir şeyi mi temsil eder illa?
Bir cana acı veren, bize de acı verir. Ona karşı güzel duygular beslememiz imkansızdır. İsyan etmek gelir içimizden, belki intikam almak bile gelir. Lanet okumak isteriz, okuruz da. Onu asla anlayacak durumda olamayız, onu anlamaya zaman ayırmak bile haksızlık gibi gelir. Beter olmasını isteriz. Karşımızda bir cana kast etmiş bir kişi, bir anlayış vardır ve duygumuz bize der ki, aslında bizim yapabileceğimiz “en insani şey” ondan nefret etmek, ona karşı olmak, ona lanet okumaktır.
Peki, gerçekten böyle midir? İlk ve en doğal tepkilerimizi engelleyemeyiz şüphesiz. Ancak lanet okumak, nefreti dışa vurmak, öfkelenmek aslında ateşi büyütmektir. Hem kendi sağlığımız, hem de çevremiz için. Herkes kendisinden sorumludur. Kızmak, öfke duymak, yaşanması gereken, sağlıklı duygulardır, dışa da vurulması gerekir ancak illa bir kişiye, bir kuruma, bir medyaya, bir ortama akıtmak olarak değerlendirmemek gerekir dışavurumu. Bedenimizden atmak gerekir. Belki çığlık atarak, belki bağırarak, belki ağlayarak, belki yastıkları yumruklayarak. Belki evet, düzgünce ifade ederek yaşadıklarımızı. Belki yazarak. Belki tavır alarak, sınır koyarak. Ancak kötülüğe kötülükle cevap vermek, laneti lanetle karşılamak faydasız. Öğretici de değil, geliştirici de değil. Ne bunu yaşayan ne de yaşatan için. Gözlemledikten, yerini belirledikten, içinden çıkan duygunun çıkmasına kendi sağlığımız adına izin verdikten sonra, ötesi bizde değil.
Genellikle egomuzda bir yerle bağlantı kuruyor bu nefret duygusu. O zaman bizi ele geçirecek gibi oluyor. Oysa ki, her duygu gibi, öfke de gelip geçici. Nefret de. Nefret hissedebiliriz ama nefretin kendisi olmamıza gerek yok. Lanet okumamıza gerek yok. Kendi bağımsızlığımızı, hayat görüşümüzü, sağlıklı zihin yapımızı koruyabilmek için duygularımızı egomuzdan uzak tutmak ve bize yapışmalarına izin vermemek durumundayız. Yerimizi belli etmek için lanete, nefrete gerek yok. Hayattaki duruşumuzu seçimlerimiz, yaptıklarımız, sevgimiz, anlayışımız, sakinliğimiz, doğru ifadelerimiz belirler. Duyarlı ve aktif bir birey olmak için nefrete, öfkeye, lanete ihtiyacımız yok.
Bugün, sende nefret duygusu uyandıran her kişiye, her olaya bir yoğunlaş bakalım. Kendinle olan bağları gör. O bağları koparabilir misin? Ondan nefret ediyorum cümlesini, onun yaptıklarıyla bir bağ kurmuyorum, onun yaptıklarını onaylamıyorum, onunla aynı düşüncelerde değilim, aynı fikirde, aynı duyguda birleşmiyorum, onun hatalarını görüyorum, hatalarına ortak olmayı tercih etmiyorum, üzerimde baskı kurmasını onaylamıyorum, onun yaptığı şeylerin benim dünyamda yeri yok, onun yanlış yapmaması için elimden gelen bir şey varsa buna bakabilirim ancak yönetemem, gibi cümlelerle değiştirebilir misin? Ve sonra belki kendi hayat görüşünü, kendi duruşunu, kendi yaklaşımlarını, kendi bakış açını hatırlatabilir misin kendine? Olumlu cümlelerle. Hayata şu şekilde yaklaşıyorum. Hayata bakış açım şu. Ben şurada durmayı seçiyorum. Benim tercihlerim bunlar. Ben bu konuda bu şekilde davranmaya devam edeceğim. Bunun için gerekiyorsa çalışacağım, çabalayacağım, emek vereceğim. Duruşumun arkasında olacağım…. gibi.
Belki bu düşüncelerin sonunda birkaç dakikalığına gözlerini kapatıp, sakince nefesler alabilirsin. Minik, meditatif bir an yakalayabilirsin. Bırak, duyguların, düşüncelerin dengelensin, otursun her şey yerli yerine.
Sen her zaman olumlunun savunucusu ol. Bu Polyannacılık değil. Bu her şeye pembe gözlüklerle bakmak değil. Bir aktivist olabilirsin, dünyada olan biten kötülüklerin olmaması, ya da en azından azalması için elinden geleni yapabilirsin. Konuşabilirsin, ifade edebilirsin, eğitebilirsin, eğitim alabilirsin, yazabilirsin, yürüyebilirsin, anlatabilirsin, birleştirebilirsin, sanat gibi bir araç kullanarak farkındalık sağlayabilirsin, yeteneklerini konuşturabilirsin, maddi, manevi destek olabilirsin, zamanını ayırabilirsin, proje geliştirebilirsin… Lanet okumadan, nefret ediyorum demeden, kendi sınırını çizerek, seni de kirletmesine izin vermeden, çamuru içine sürmeden, çamuru çamur üreterek büyütmeden, kendin temiz kalarak, bir adım geri basarak, kendini unutmadan, kendini kaybetmeden, kendi değerini koruyarak yerini belli edebilir, başkalarına da bunu kabul ettirebilirsin. O da senden nefret etmek durumunda değil. O da seni olduğu gibi kabul edebilir ancak senin yolundan gitmeyebilir. Buna da izin verebilir misin? Kabul görmemeye de var mısın? Çok saf bir şekilde çok haklı olduğunu düşündüğün bir konuda anlaşılmamaya da razı olabilir misin? Buna razı olduğunda kendi doğrunu öyle doğal, öyle ferah, öyle kendiliğinden ifade ediyorsun ki, sen mavi, o yeşil, öbürü kırmızı, öbürü siyah, herkes kendi içindeki rengi yansıtabiliyor tuvale. Çünkü o boş tuvalden sen sorumlu değilsin, tuvale yansıttığından sorumlusun. Ve o tuvali rengarenk boyadığımızda, ortaya güzel bir tablo çıkarttığımızda ancak, o tuvalden sorumlu olabileceğiz, o tuvalde “bir” olabileceğiz.
Takip edenler biliyor, Adalar Kültür Derneği’nde Ocak ayından beri meditasyon dersleri veriyorum. Dernekte yoga dersleri vermiş olan Gülfiye hocam ile Adalar Yoga isminde bir instagram hesabı açmıştık çalışmalarımızı paylaşmak için. Nisan ayında da Korona günlerinde Yoga ve Meditasyon’un faydalarını konuşmak için bir instagram canlı yayını yapmıştık. Buradan da duyurmuştuk.
Daha sonra sohbetimizi kaydedip youtube’da paylaşmıştım ama burada da paylaşmayı atlamışım, buyurun:
Pandemi sürecinde Instagram ortak canlı yayınlar aldı başını gitti. Bu duruma olumlu bakanlardanım. Medya değişiyor. Daha özgür, daha samimi ve bilgi vermeye, sohbet ede ede gelişmeye daha açık bir topluluk bu. Pandemi sürecindeki psikolojik durumlar da konuşuluyor, ekonomik boyutlar da, yemek tarifleri de, yoga da yapılıyor, kariyer sohbetleri de var, ünlülerin muhteşem tv programı tadında yayınları da oluyor.
Bizim adalaryoga olarak geçtiğimiz aylarda yoga eğitmeni arkadaşım Gülfiye ile bir canlı yayınımız olmuştu. Geçtiğimiz haftalarda üniversite öğrencileri beni canlı yayına davet ettiler ama sonra bir aksilik yaşadılar, ben de o yayını tek başıma yaptım, buradan izleyebilirsin.
Dün diğer mesleğim olan sinema yazarlığı ve dijital yazarlıkla ilgili Sinematik Yeşilçam‘ın konuğu oldum. Instagram sayfasından izleyebilirsin.
Bu gece ise aynı zamanda freelance yazarlarından biri olduğum dijital ajansStradesco‘nun kurucusu, eski arkadaşım Zeynep Kömürcü Bulut ile bir canlı yayın gerçekleştireceğiz.
Instagram: @zeynepkomurcubulut ve @zararsiz_yasam hesaplarını takip ederek yayınımızı izleyebilirsin.
İki küsür senedir almış olduğum meditasyon derslerinin bir kısmında deneyimlemiş olduğum ve deneyimlemeye devam ettiğim bir meditasyon çeşidi bu. Bu hafta ben de kendi öğrencilerime bu meditasyonu anlattım ve birlikte deneyimledik.
Meditasyon, “kişisel” bir ruhsal gelişim uygulaması. Kendi hayatımızda, sadece kendi ruhumuz ve bedenimizle yapabileceğimiz, kendimize ayırdığımız bir zaman diliminde içe döndüğümüz bir süreç. Zihnimiz, duygu ve düşüncelerimiz, bedenimiz odak noktalarımız.
Mettabhavana Nedir?
Mettabhavana, sadece kendimizi değil, başkalarını da içeren bir meditasyon şekli. Bu anlamda çok fazla “kendimizle ilgili” olmamak adına da faydalı. Elbette önce kendimiz için iyi şeyler düşünmek ve sonra bu iyi duyguları iyice algılayıp, herkes için iyi şeyler düşünmek, bunu dengelemek.
Metta, Pali dilinde bir sözcük. Türkçe’ye tek bir kelimeyle çevirmek biraz zor. İngilizce’ye “loving kindness” olarak çevrilmiş. Biz de şöyle diyebiliriz belki: dostluk, muhabbet içeren koşulsuz sevgi ve şefkat.
Mettabhavana, tüm varlıklara sevgi ve nezaket gönderme meditasyonudur. Öncelikle kendimize. Sonra, tanıdığımız ve sevdiğimiz kişilere, sonra çok da yakından tanımayıp çok ilgimizi çekmeyen, “nötr” olduğumuz kişilere, sonra bize zorluk yaratan, belki nefrete kadar gidebilecek olumsuz duygular uyandıran kişilere. Sonra tüm bu düşündüğümüz insanlara. Daha sonra da evrendeki tüm canlılara.
Sevgi dolu şefkat, merhamet, başkalarını düşünmenin verdiği haz ve zor durumlarda dahi sakinliğini koruma, yüce mertebeler şüphesiz. Buddha’nın öğretisine göre her canlının temelinde iyilik ve sevgi var. Sonradan, bizi mutsuz eden durumlardan, acı çekmekten, korkularımızdan, kendimizi korumak için kalkanlar oluşturuyoruz. Bunlar özümüze ait değil aslında, alışkanlık haline gelen “davranışlar”. Biz farkındalığımızı geliştirdikçe, yani geçmişin ve geleceğin kaygılarından sıyrılıp şu an ne yaşadığımızla ilgilendikçe ve gözümüz gerçeğe açıldıkça kendi özümüze ulaşabiliriz. Farkındalık iki şekilde tezahür eder:
1-aydınlanma ve açıklık. Gerçekleri açıkça görebilme kapasitesi.
2-sıcaklık ve hassasiyet: özenle, sevgiyle karşılık verme kapasitesi.
Biz bunların etrafını kalkanlarla kapatıyoruz ve o kalkanlar bir süre sonra derimize nüfuz eder gibi oluyor, gerçekliğimiz zannediyoruz. Halbuki o buzdan duvarı kırarsak içerdeki akışkanlığı hatırlayabiliriz.
Araştırmacılar, bir huzur evinde bir kısım yaşlılara bitkiler verip bunlar sizin ve bunlara su vermelisiniz, sevgi vermelisiniz, yapraklarını silmelisiniz, ilgi gösterip yaşatmalısınız demişler. Bir kısım yaşlılara da yine bitkiler verip bunlar sizin ama bakmanız gerekmiyor, hemşireler zaten suyunu falan vericek demişler. İlgilenmeniz gerek denen yaşlıların daha sağlıklı bir hayat yaşadıkları, daha enerjik oldukları ve daha uzun yaşadıkları gözlemlenmiş. Bu araştırmanın sonucu aslında canlı varlıkların birbirine olan bağını, yakınlık ve sevgi ihtiyacının bir bütün olduğunu gösteriyor. Aslında bu bağı, bu bütünlük duygusunu kendimize göstermeyi de unutuyoruz, başkalarına da bazen. Bunun için hayatımızı bölmelere ayırmamalıyız. Özel hayat, iş hayatı, evlilik hayatı, toplumsal hayat diye kendimizi bölmemeli, bir tutarlılık içerisinde yaşamalıyız. İş hayatında binlerce yalanlar söyleyip gelip meditasyon yapmanın bir faydası olmaz. Başkalarını incitici davranışlar sergileyip sona insanlardan sevgi beklemenin anlamsızlığı gibi. Bütünlük, dürüstlüktür ve bizi de rahatlatır. Tam hissederiz. Yaptığımız iyiliklere odaklandığımızda da hayatımıza iyi enerjileri çekeriz.
Sevgi Meditasyonu (Mettabhavana) Ne Gibi Faydalar Sağlar?
Bu meditasyon düzenli olarak yapıldığında,
1- Öfke duygusu yavaş yavaş tamamen ortadan kalkar. Çünkü zihindeki şiddet ve yıkıcı durumların tam tersidir bu çalışma.
2- İçgörünün gelişmesi için gerekli konsanstrasyonu sağlar.
3- Yaşayan tüm canlılarla sağlıklı ilişki kurmamızı sağlar – mutlu bir aile, mutlu bir çevre ve dünya.
4- Zihin zamanla saflaşmaya, temizlenmeye başlar, böylelikle sinirlenmeler, kötü düşünceler, korkular, kaygılar azalır. Nefret, kıskançlık gibi insana işkence eden düşünceler ortadan kalkar.
5- Mutlu bir şekilde uyumaya başlanır.
6- Mutlu bir şekilde uyanılmaya başlanır. Uyku sağlığımız için çok önemli bir kavramdır. Düzenli ve yeterli uyku almazsak hem bedenimiz hem zihnimiz bundan kötü etkilenecek ve hayatımız zorlanacaktır. İyi bir uyku çekmiş kişi güne mutlu ve enerjik başlar.
7- Kabus görülmez. Budist psikolojide derin uykuda da bir tür bilinç olduğuna inanılır, zihnin düşünmeden kaldığı bir bilinç hali. Düşünce geldiğinde zihin aktif duruma geçer. Rüya görmek, kabus görmek de aktif durumdur. Rüya görme sebebimiz gün içinde düşündüklerimizin birikmesidir. Gün içinde zihnimizde kötü düşünceler varsa kabus görürüz, iyi düşünceler varsa güzel rüyalar da görebiliriz. Her halukarda zihin çalışır.
8- Tüm varlıklar tarafından sevilmeye başlarız. İnsanlar, hayvanlar… Sevgi ve nezaket yaydıkça herkesi mutlu etmeye başlarız ve bu mutluluk bize geri döner. Böylece dünyada çekilen acıları azaltmış oluruz.
9- Budizme göre doğaüstü varlıklar tarafından korunuruz. Elbette başımıza zor olaylar gelebilir ancak onları karşılama şeklimizde rahatlamalar olur.
10- Budizme göre fiziksel acıdan azad oluruz. Sevgimiz ne kadar güçlüyse bedenimiz o kadar korunur. Ancak inancımız ve sevgimiz azsa, bedenimiz de korunamaz.
11- Zihnimiz çok kolay sakinleşir.
12- Yüzümüz, bakışımız mutlu bir bakış olur, net bir yüz ifademiz olur. Bu sağlıklı bir insan bakışı ve ifadesidir. Öfke, kin nasıl gastrit gibi hastalıklara yol açıyorsa, bu da tam tersi…
13- Sevgi ve nezaketi yayan kişinin ölümünün çok kolay ve huzurlu olacağına inanılır. Sevdiklerinin ve sevenlerinin duasını almış olur, gibi algılayabiliriz.
14- Mutlu diyarlara yeniden doğarız.
Biz aslında içimize bir tohum ekiyoruz, sürekli yaparsak tohum fidan olacak, orman olacak. Bizim işimiz sadece tohumu ekmek. Yani zihnimize güzel duygular yüklemek. Meyve vermesi zaman alacak, o bizim işimiz değil. Onu yaşama bırakmayı bilmeliyiz.
Bir bardak suya konacak tuzun suyun tadını etkileyişiyle aynı tuzu bir nehire eklediğimizde nehirin tadının hiç değişmeyeceği örneğini veriyorlar. Bu bize şunu öğretir. Tuz için bir şey yapamazsın. Tuz her zaman bir dış etmendir. Hatta fazlalaşabilir, azalabilir, değişebilir. Ama sen ne kadar geniş bir kap olursan, sende yaratacağı etki o kadar az olacaktır.
Mettabhavana Aşamaları Neler?
İlk aşamada iyi dileklerimizi “kendimize” gösteriyoruz.
*Her aşama arası biraz es vermek ve alanı temizlemek lazım.
İkinci aşamada sevdiğimiz bir arkadaşımızı aklımıza getiriyoruz.
Üçüncü aşama. Nötr kişi. Bu kişiyi çok iyi tanımıyoruz. Belki de ilgimizi çekmemiş, bu sebeple ona karşı iyi ya da kötü bir duygu oluşturmamışız.
Nötr kişi, metta için harika bir deneme çünkü bize dair hiçbir şey yok. Tanıdığımız ve sevdiğimiz kişinin de, bizim için zor olan kişinin de mutlu olması bizi bir şekilde ilgilendirir çünkü ucu bize değer ama nötr kişinin mutlu olması bizim hayatımızda hiçbir değişiklik yaratmaz, yine de bunu tüm samimiyetimizle yapabiliyorsak, işte bu metta için güzel bir test.
Dördüncü aşama hoşlanmadığımız kişi. Meditasyona ilk başlayan kişilere, bu bölüme travmatik birini koymanız önerilmez, çok güçlü olumsuz duygularınızın olduğu vs. Ancak zaman geçtikçe, bu pratikte ilerledikçe gerçekten düşman olarak gördüğünüz birini koymanız da faydalı olabilir. Bu kişi nasıl bir kişi olursa olsun, her ne yapmış olursa olsun, bu kişinin de aslında bizden farklı olmadığını hatırlamak, onun da sevgi istediğini, onun da mutlu olmak istediğini, acı çekmek istemediğini hatırlamak için çok güzel bir fırsat. Bir o kadar da koşulsuz sevgiyi bize öğretecek bir aşama bu. Çünkü bu zor kişi genelde affedemediğimiz, beklentilerimizi yerine getirememiş, bizi hayal kırıklığına uğratmış biri oluyor. Nefret de bir duygu. Önemsediğimiz bir kişiymiş ki bu duyguyu geliştirmişiz ona karşı. Belki başta sevmek istemişiz. Halbuki gerçek sevgi limitsiz ve sınırsızdır. Bizim zevkimize, isteklerimize göre şekillenmez ve ışığını her şeyin üzerine yansıtabilir. Gerçek sevgi, karşılık beklemeden, özgürce verilebilecek bir sevgidir. Bu aşamada ilerledikçe öfke, kızgınlık, sevgiye dönüşebilir.
Bir sonraki aşamada, bulunduğun odada, etrafında tüm bu kişiler yarım daire yapmışlar gibi düşünüyorsun; sevdiğin arkadaşın, tanımadığın kişi ve sevmediğin kişi.
Son aşamada apartmanındaki sokağındaki komşuları şöyle bir aklından geçir. Mahalleni, semtini, şehrini, ülkeni ve tüm dünyayı düşün. Tüm canlılarla birlikte. Böcekler, ağaçlar, dereler, kuzular, insanlar, politikacılar, doktorlar, işçiler. Herkes mutlu olmak istiyor. Herkes iyi olmak istiyor. Hepimiz zorluklarla baş edebilelim. Hepimiz mutlu olalım. Hepimiz fiziken ve ruhen sağlıklı olalım. Hepimiz büyüyelim ve gelişelim.
Tüm aşamalarda samimiyet çok önemli. Her bir aşamaya başlamadan önce o kişiyi karşına oturt ve önce ona karşı olan duygunu, tepkini iliklerinde hisset. Sevgiyi, ilgisizliği, öfkeyi ya da rahatsızlığı. Ondan sonra başla. Gerçekten ona karşı olan duygularından emin olmalısın ve “senin duygularına rağmen” o kişinin de mutluluk için çabaladığını fark etmelisin. O kişiye tepkin değişebilir.
Aslında bu uygulamadaki o üç kişi bizim genel duygularımızı temsil eder. Bazı duygularımız bize zevk verir. Bazı duygularımıza karşı ilgisizizdir. Bazı duygularımız ise olumsuzdur. Kendimizi geliştirmiş oluruz aslında bu sayede, bu hayatta sevdiğimiz ve sevmediğimiz her şeyden öteye bir yere geçebilmek adına bizi başka bir noktaya getirir duygularımızda.
Yakın düşmanlarımızı da tanımamızı sağlar. Yakın düşman ne demek? Metta’nın en uzak düşmanı nefrettir şüphesiz. Metta’nın yakın düşmanı, bağımlılık olabilir. Genelde duygusal ilişkilerde olur. Duygun diğer kişiden daha önemli olduğunda bu yakın düşmandır. Kendi metta’na aşıksan. Bu bencil bir yakın düşmandır. Eğer kendine karşı gerçekten samimiysen, çoğumuzun metta’sında bir yakın düşman tadı olma ihtimali var. Bencil bi tarafı var birine karşı metta hissetmeye “çabalamanın”. “Onu o kadar çok seviyorum ki, kimse benim kadar sevemez”. Ya da “ondan nefret etmekte o kadar haklıyım ki, ama çok yüceyim ve onu affetmeye çalışıyorum”, gibi. Bunu farkedersen panikleme. Üzerinde çalışmamız gereken budur
5. yüzyılda Sri Lanka’da yazılan Theravada Budist doktrini üzerine ‘büyük bir tez’. – “the path of purification” kitabında muhteşem bir hikaye var:
Usta çırağına sorar: Mettabhavana pratiğinde aklına getirdiğin kişilerle birlikte bir ormanda yürürken bir çete karşına çıktı ve birinizin feda edilmesi gerektiğini söyledi ve kararı verecek olan sensin. Birini feda eder miydin, kimi ederdin.
Düşmanını herhalde, der.
Çırak, hayır, düşmanım da olsa onu feda edemem, onun ölmesini, kötü olmasını istemiyorum sonuçta der.
O zaman kendini feda edeceksin?
Hayır. Ben de tüm bu insanlar kadar değerliyim. Ben kimseyi feda edemem. Sorunuzun cevabının ne olması gerektiğini bilmiyorum der.
Usta, çırağına, soruya doğru cevap verdiğini söyler.
Bu meditasyonu denemek istersen ses kaydımdan faydalanabilirsin.