Esinti

“Tüm reçellerimiz ev yapımıdır.” diyor esmer kız, yeni gelenler tabaklara yönelirken. “Hepsini Ersin Bey’in annesi yapıyor.” Belli zaten, diye geçiriyorum içimden. Mandalina, dut ve karpuz reçeli var kahvaltı için hazırlanmış açık büfe standında. Üçünden de tadımlık almıştım ben tabağıma. Hemen atıveriyorum ağzıma karpuz reçelinin tanelerinden. Her zaman soframızda bulunmayan lezzetleri tatmak çok zevkli, keşifli geliyor. Tatlanıyor ağzım, keyfim yerinde.

İnsan evladı ne tuhaf bir yaratık aslında diye düşünüyorum diğer reçelleri tatmaya geçerken; kendi yapıyor, kendi bozuyor, sonra yine kendi yapıyor… Reçel dediğin zaten ev yapımı olur, doğada kendiliğinden varolmuş bir yiyecek değil ya bu, birinin reçel yapmaya karar vermesi, seçtiği mevsimlik meyve ve hatta bazen sebzelerden alması, bunları küçük parçalar halinde kesmesi, şeker, limonlu su ve isteğe göre türlü çeşit baharatla buluşturup ısıtması, pişirmesi, kıvamlandırması gerekiyor. Ancak zeki ve yaratıcı insan evladı, bu reçelleri son kullanma süreleri artsın, satış fiyatları yükselsin diye caanım reçellerin içine sürü sepet katkı maddesi, doğal rengi, kokusu yetmiyormuş gibi ekstra boyalar, aromalar ekleyerek kavanozluyor, bunları markalandırıyor ve biz de marketlerden alabiliyoruz. Sonra bu reçeller yerine Ersin Bey’in annesinin yaptığı mis gibi katkısız reçeller daha kıymetli oluyor, onun peşine düşüyoruz.

Çayımı yudumlarken ürperiyorum. Bu sabah Datça esintili epey. Kahvaltı etmeyi zorlayacak kadar desem abartmış olmam. Kış geliyor diyerek gülümsüyor esmer kız Ersin Bey’e. Benim Datça’ya vardığım günü mü seçti kış gelmek için diyorum ama içimden. Kaşlarım çatılı, zeytini atıyorum ağzıma, ardından da karanfilli ekmekten koparıyorum. Sonra kendime, halime tavrıma şaşırıyorum biraz. Yahu, sen esintiye bayılırsın, kış insanısın, tatillerini özellikle bu mevsimlere denk getirirsin. Pardon ama neyin tatavası bu? Sırıtıyorum.

İnsanın anlık rahatsızlığını tüm bir alana yayması ne garip. Şu an rüzgar her şeyi uçuştururken, kağıt kalemimi, peçeteleri, saçlarımı, kağıt bardakları, plastik şişeleri, masa örtülerini, kahvaltı etmekte zorlanır ve keşke üstüme bir şal alsaydım diye hayıflanırken rüzgarla aram bozuk. Oysa ki öğlen denize girerken, oh, iyi ki esinti var, aklımı seveyim, en güzel mevsim Eylül valla, diyeceğim.

Bir fotoğraf, bir yazı

Sanal Yazı Evi’nin bir online workshop’ına katıldım. Bir fotoğraf gösterdi hocamız ve yaz dedi, kadının ağzından yaz. Ben de yazdım. İyi okumalar.

Dondurma(k)

Çocukların dünyası ne tuhaf. Demin parkta coşmuşlardı. Kumlar, kumdan kaleler, yıkılınca ağlamalar. Arada birbirlerine sataşmalar. Feride zaten ilk oyunbozan. Allahım, bu kız büyüyünce de böyle mi olacak acaba, o kadar merak ediyorum ki. Hasan nasıl olgun kardeşi tepesine çıkarken. Ama bir yere kadar tabii, bir süre sonra o da koparıyor yaygarayı. Zeliha ise güzel saçlarını savura savura, bir havalarda. Artık büyümek mi bu, kendini fark etmek mi, aynadaki aksini beğenmek m? Ben de beğeniyorum kızımı, ne yalan söyleyeyim. Kendi çocukluğuma, gençliğime benzetiyorum onu. Üç çocuğumu da beğeniyor, seviyorum elbette. Zeliha’yı kayırıyor muyum biraz yoksa. Birden çok çocuğu olan tüm ebeveynlerin yaşadığı bir durumdur sanırım bu: çocuklarımı birbirinden ayırıyor muyum, sevgimi eşit dağıtabiliyor muyum. Beni de düşündürüyor, yer yer utandırıyor bazen hissettiklerim.

Dedim ya, dünyaları pek tuhaf bu bücürlerin. Şimdi Kuzguncuk’ta bir kahvede oturduk, mola verdik eve dönmeden. Babamız yoruldu haklı olarak, değil mi ama çocuklar? Direksiyon sallarken arabada, üç çocuk bir kadınla baş etmek öyle her babayiğidin harcı değil. Şanslıyım sanırım, ailesine düşkün bir kocam var. Arabada biraz zorladı bücürler. Park iyiydi tabii, biraz kafamızı dinlemiş, dinlenmiştik onlar azarken. Arabanın içi dar geldi hepimize, her zamanki gibi. Necdet te haklı olarak bir mola istedi ve çekti arabayı Kuzguncuk’taki kahvenin önüne. “Yakında dondurmacı var, siz geçin, ben getireyim, birşey demez bize Salih abiniz, burda yersiniz” diyerek bizi oturttu kahveye, uzaklaştı. Burayı seviyor Necdet. Deniz havası almak, demli bir çay içmek, Salih’le iki lafın belini kırmak, balıkçı teknelerini izlemek iyi geliyor ona burada. Tanıyor esnafı, konu komşuyu da, buralı gibi adeta.

Dondurmayı duyan bücürler birden hal değiştirdiler. Bir coşku, bir neşe. Oturmuyorlar, yerlerinde duramıyorlar yine tabii. Kahvenin camsız tahta pencerelerinden sarkarak dışarı bakıyorlar, babalarının yolunu gözlüyorlar. Tabii ben de onlarla, ayağa. Demin arabada uykusu gelen, mızmızlanan bendim sanki, neyse mutluyum doğrusu onları böyle görmekten. Hava almak bana da iyi geldi, bir saattir yoldayız. Necdet mola verelim demekle de, dondurmayı akıl etmekle de iyi yaptı. Akıllıdır kocam. İyice keyiflendim bak şimdi. Çocuklarla ben de çocuk gibi gülüşüyorum.

Derken Necdet yaklaşıyor, ellerinde dondurma falan yok. Onun yerine ağabeyinden kalmış olan o gözü gibi baktığı fotoğraf makinesini hizalıyor bize doğru, almış arabanın torpidosundan demek bir ara. Bunu fark eden Zeliha poz verecek gibi oluyor, diğer kuduruklar farkında değil, birbirlerine laf yetiştirmekle meşguller. İster istemez elim Zeliha’nın saçlarına gidiyor, aklım sıra fotoğrafta daha iyi çıksın diye düzelteceğim. Ve işte, an donuyor. Denklanşöre basıyor Necdet, çekiyor fotoğrafımızı. Bakışları doğru yönde olan tek kişi Zeliha’ydı o an. Vallahi kayırdığımdan değil ama eminim, en düzgün o çıkacak.

Babalarının elinde dondurmayı göremeyen bücürler yine mızmızlanacak gibi oluyorlar. Necdetse, başka yerde yeriz çocuklar diyor hafif sertçe, gözlerini kaçırarak. Ah çocuklarım, fotoğrafı boşuna çekmemiş, duygusallaşmış babamız. Dondurmacının kapısında meğer bir not asılıymış: Cenaze dolayısıyla kapalıyız.