1-5 Eylül Datça’da yoga kampındaydık. Dönüş günü dedim ki bu güzel mekanda Zararsız Yaşam Youtube kanalım için bir video çekelim, ve işte yin yoganın hayatıma girişi, eğitmen oluş yolum ve birkaç yin yoga başlangıç pozu:
Türkiye Koçluk Günü’nde Instagram Canlı Yayın’dayım
29 Haziran 2013 tarihinde Türkiye’de Koç Ulusal Meslek Standardı ile koçluk meslek olarak resmen tanındı ve böylelikle 29 Haziran Türkiye Koçluk Günü ilan edildi. Bu vesileyle ilk koçluk akreditasyonumu aldığım International Coaching Academy (ICA) Türkiye akreditasyonlu eğitmen ve koçlar olarak 29 Haziran akşamı Instagram ve LinkedIn ortak canlı yayınında koçluğun detaylarıyla ilgili sohbet edeceğiz. Ben mindfulness temelli koçluktan ve koçluğun sınırlarından bahsedeceğim dilim döndüğünce, zaman yettiğince. Aşağıdaki hesaplardan bağlanabilirsiniz.
Tolerans Pencerende misin?
Gabor Maté ismini ilk kez Zeynep Aksoy‘dan duymuştum, yin yoga eğitmenlik eğitimi alırken.
1944 Budapeşte doğumlu Maté, travmatik bir çocukluğa sahip olan, yirmili yaşlarının sonlarında yerel bir lisede tarih öğretmeni olarak çalışırken, aniden tıp eğitimi almaya karar veren, doktorluk hayatı boyunca uyuşturucu bağımlıları, AIDS hastaları ve zihinsel engellilerle çalışmayı tercih eden bir doktor. Maté, bestseller listelerine giren ve yirmiden fazla dile çevrilen dört kitap yazmış. 2011’de Northern British Columbia Üniversitesi’nden onur doktorası almış. Yayımlanmış kitapları: A New Look at the Origins and Healing of Attention Deficit Disorder (1999), Hold On to Your Kids: Why Parents Need to Matter More Than Peers (Gordon Neufeld ile birlikte, 2005), In The Realm of Hungry Ghosts: Close Encounters With Addiction (2009).
Kendisinin yakın zamanda bir belgeseli yayınlandı. The Wisdom of Trauma – Travmanın Bilgeliği olarak çevirebiliriz herhalde, buradan inceleyebilirsiniz.
Filmi izledikten ve çok etkilendikten sonra Facebook’ta konuyla ilgili bir gruba dahil oldum. Çocukluk travmalarına dair dünyanın pek çok yerinden herkes paylaşım yapıyor, destek için iletişime geçiyor.
Bu grupta bir yazı paylaşıldı, o kadar etkilendim ki, üşenmedim Türkçe’ye çevirdim ve bugün yin yoga dersimizde öğrencilerimle paylaştım. Onlar da çok etkilendiler ve yazıyı onlara da yollamamı istediler. Ben de blogda dursun istedim ki kime ulaşabiliyorsa ulaşsın.
Doktor, psikolog ve insan hakları aktivisti Dr Louise Hansen yazmış bu yazıyı. Kaliforniya, Los Angeles Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde klinik psikiyatrist olan Dr. Dan Siegel tarafından geliştirilmiş bir model olan ve psikoloji biliminde önemli yeri olan Tolerans Penceresi‘ni öyle güzel tanıtmış ve öyle güzel bir öneri sunmuş ki bize. İyi okumalar:
“Her gün hepimizin belirli bir miktar enerjisi var. Enerjimiz güzel olduğunda iyi hissediyoruz ve sanki her şeyin üstesinden geliriz gibi oluyor. Çünkü aslında “uyanıklığımızın” en uygun olduğu anın içindeyizdir; buna “tolerans penceresi” deniyor. Burada yeterince güvende ve tamam hissederiz.
Ancak her zaman bu pencerede değiliz. Bazen çok fazla enerjimiz oluyor, bazen de çok azını deneyimliyoruz. İyi haber şu ki, pencereden gidebileceğimiz sadece iki yön var, ya yukarı ya aşağı doğru. Yani ya uyanık halimizin en uygun halinde oluruz (pencerede), ya aşırı yükselir tavana çıkarız, ya da yerin dibinde hissederiz, yani en enerjisiz halimizle yerin dibine geçeriz, bodrum katına.
Tavan çok fazla enerjidir, çok fazla uyanıklıktır, bu da öfke, endişe, aşırı yorgunluk, dehşet, hatta ve hatta cinnete kadar yolu olan deneyimler yaşatabilir. Bodrum katı ise çok az enerjidir ve yorgunluk, mutsuzluk, hissizlik, düzlük, boşluk ya da depresiflik olarak kendini hissettirir. İşte bu zamanlarda kendimize sorabiliriz: Neredeyim?
Bu soru ve bunun cevabını bilmek çok kıymetlidir çünkü yoklamış oluruz kendimizi: Penceremde miyim? Tavanda mıyım, bodrum katında mıyım? Bunun cevabı aslında bir pusula gibidir, bize nasıl ilerleyeceğimiz konusunda yol gösterir. Çelişkiyi de elimine eder, ki bu çok iyidir, çünkü belirsizlik stresi şiddetlendirir.
Tüm bebekler kendilerine ait tolerans penceresinde kalabilmek için belirli içeriklere ihtiyaç duyarlar: sıcaklık, dokunma, yumuşak ses tonu, süt, uyku. Bu malzemelerle güvende ve iyi, dengeli hissederler. Bunlar yoksa ağlarlar. Pencerelerine dönmeleri için daha azına ya da daha çoğuna ihtiyaç duyarlar.
Yetişkinler de bebekler gibidir. Bizim de sıcaklık, dokunma, yumuşak ses tonu, yemek ve uyku ihtiyacımız var. Ancak bunları bizim için hazırlayacak ebeveynlerimiz yok artık. O zaman da hangi malzemelerin yardımcı, hangi malzemelerin zararlı olabileceği konusunda karışıklık yaşayabiliyoruz: Yemek mi, uyku mu, hareket mi, partner mi, arkadaş mı, terapi mi, seks mi, uyuşturucu mu, kumar mı, porno mu?
Bazı içerikler bizi anlık iyi hissettirir, mesela şeker, ve bunların etkileri kısa sürer. Diğerleri daha zorlayıcıdır, mesela egzersiz yapmak, ve bunların faydaları daha uzun sürer. Bağımlılığın ise geri tepme etkisi vardır, madde ya da obje anlık rahatlık sağlar ve daha sonra olduğumuzdan da kötü hissederiz.
Tavandayken yani çok fazla yüksekken, bizi sakinleştirmesi için kişisel bakım araçlarına ihtiyaç duyarız. Bodrum kattayken, yani yeterli enerjimiz yokken, yeniden şarj olacak yollara ihtiyaç duyarız. İhtiyacımız farklı olabileceğinden, kendimize “neredeyiz” diye sormamız çok önemli.
Sizi ne rahatlatır? Sizi ne yeniden şarj eder? Sizi koruyan şeyleri kontrol edin: beden (yemek, su, hareket, dinlenmek), zihin (açıklık), sosyal bağ (aile, arkadaşlar, çevre), ülke (doğa, yürüyüş, kamp), kültür (yemek, müzik, bilim, sanat, teknoloji) ve ruhanilik (varoluş, meditasyon..)
Unutmayın ki tolerans penceremizdeysek mantıklı kararlar almamız daha kolay olur: yani yeterince güvenli ve tamam hissettiğimizde. Tavandaysak pişman olacağımız kararlar verebiliriz, mesela sinirlenmek, ya da ne bileyim, sokakta çıplak koşmak! Bodrum katta ise çaresiz hissedebiliriz ve o durumla bir türlü baş edemeyebiliriz.
Araştırmalar gösteriyor ki tolerans penceresi travma deneyimlemiş insanlar için daha küçük olabiliyor. Yani yaşanan durumları diğerleri kadar çok tolere edemeyebiliyorlar. Onlar bodrum katta ya da tavanda daha fazla zaman geçirebiliyorlar: yeterince tamam, yeterince güvende hissedemiyorlar.
İyi haber şu ki bu yükselişlerimizi düzenleyebiliriz ve bu da tolerans penceremizi genişletebilir. Nasıl mı? Düzenli olarak kontrol ederek. Pencerede miyim? Tavanda mıyım? Bodrum katta mıyım? Koruyucu malzemelerden destek alıyor muyum?
Hayat deniz gibi, sürekli dalgalı. Her gün bilinçli veya bilinçsiz şekilde bu içerikleri, bu malzemeleri kullanıyoruz ve bu da uyanık oluşumuzu etkiliyor. Biraz daha farkındalıkla, biraz daha faydalı içerik ve malzemeyi doğru zamanda kullanmakla kendimizi düzenleyebiliriz. Bu da yaşamın dalgasını daha az türbülanslı kılar.
Not: Pek çok lider, açıklık (clarity) olmadan güven sahibi. Açıklık olmadan güven, yıkıcı olur. Açıklık olmayan güven aslında gezegeni yok ediyor. Açıklık, açıkça görmek demek: her şeyi olduğu gibi görmek. Açıklığın yan tesiri huzurdur: Neşe, basitçe dans eden barış ve huzurdur. Açıklık, huzuru, neşeyi, sevgiyi, mutluluğu, coşku ve anlayışı getirir. Mutluluğun peşinde olmayın. Açıklığın peşinde olun.
Dr Louise Hansen
Doktor Psikolog
İnsan Hakları Aktivisti
Çeviri: Melis Zararsız
Dünya Yoga Günü 2021
Merhaba!
Bugün online yin yoga dersimizde yin yoga pratiğimizden sonra öğrencilerime yoganın onlar için önceden ne anlama geldiğini, deneyimledikten sonra neler fark ettiklerini sordum. Yoga ülkemizde ilk popüler olmaya başladığı zamanlarda “ne bu antin kuntin işler” diyormuş öğrencilerimden biri mesela, hiç yabancı gelmedi bana da 🙂
Biraz içine bakınca da “bana göre değil, zaten ben yapamam”lar girmiş devreye. Bu da çok tanıdık açıkçası.
Şimdi ise düzenli olarak pratik yapıyor ve oldukça faydasını gördüğünü söylüyor.
Ben hatırlıyorum, ciddi nefes çalışmaları olduğunu duymuş ve, ben astımım zaten, bana iyi gelmez (??) demiştim, sonra da bir iki poz görüp, hmm, çocukluğundan beri spor yapan çok esnek kişilerin artistik, bale gibi pozları , kendilerine mutluluklar, demiştim.
Şu an yin yoga ve meditasyon dersleri veriyorum. İnanılmaz. Zaten yoganın öğretilerinden belki en önemlisi de bu işte; önyargıları, sınırları, kendi inanç ve belki zincirlerini fark etmek. Esnetebiliyor musun, daraltman mı gerekiyor, yoksa dengede misin, fark etmek. Bununla ilgili bir şeyleri değiştirebilir misin, araştırmak, bakmak. Bunu beden yoluyla, nefes yoluyla, anda kalma yoluyla, içine dönme yoluyla, bunlara zaman ayırma yoluyla yapmak.
Derste yoganın felsefesinden de bahsetmek istedim öğrencilerime. Ben meditasyonla başladığım için bu yolculuğa, şahsen meditasyonun, nefesin, farkındalığın arka planında bir felsefe yattığı konusunda, Budizm, Hint kültürü konularında bilgi sahibiyim. Yin Yoga eğitmenlik eğitiminde tanıştım Patanjali’nin Yoga Sutralarıyla, Upanişadlarla, Bhagavad Gita ile, yani Yoga’nın da arka planında bir felsefe ve bir tarih yattığıyla.
Derste kısaca Patanjali’den ve bu kitaplardaki metinlerin temelinden bahsettim. Bu arada, üçü de Türkçe’ye çevrildi, yukarıdaki isimleri Google’da aratarak bulabilirsiniz.
Yoga yaklaşık 50.000 yıl önce Hindistan’da ortaya çıkmış. Fikrin kökeni ise aynı zamanda hem bedeni hem zihni hem de ruhu çalıştırmak üzerine kurulmuş. Yoga en başından beri aydınlanma içeren bütüncül bir yaşam pratiği anlamı taşıyormuş. , Yoga felsefesinin kurucusu olarak kabul gören Patanjali adındaki Hint düşünür konuyla ilgili tarihi metinleri, sözel bilgileri, farklı kişilerin yoga teori ve pratiklerine dair gözlemlerini kapsamlı bir metinde toparlamış. Hayat boyu süren yoga yolculuğunda atılacak adımları, aşılacak engelleri ve ulaşılacak hedefleri simgeleyen 8 yoldan söz ediliyor. Devamı kitaplarda diyeyim, daha uzatmayayım.
Upanişadlar ise İnsanlığın İlk Felsefi Metinleri olarak geçiyor. Hindistan topraklarının ürünü olan bu metinlerin M.Ö. 800 yıllarında tamamlanmış olduğu düşünülüyor.
Bhagavad Gita da kutsal kabul edilen bir Hindu metin. Bhagavat Gita’da 700 kadar vecize var. Bir destanı anlatır. İnanışa göre MÖ 3000 yılında “dünya savaşı” denebilecek büyüklükte bir savaş meydana gelir. Bu savaş iyilerle kötüler arasındadır, iyi tarafta olan Arjuna, Krişna’dan yardım ister. Gandhi gibi bazı Hindular Bhagavad Gita’da anlatılan bu savaşın, savaş arabalarının, savaş atlarının, aslında “sembolik” olduğunu düşünürler. Arabacı bilinçtir, atlar kamçılanan isteklerdir, savaş yaşamdır, tekerlek zamandır araba beden ve arabanın sahibi ise “ben”dir.
Yoga yapan kişi yoganın beden, zihin ve ruh birlikteliği olduğunu, öz ben’le bir temas için, aydınlanmak için bir yol olduğunu bilen kişidir idealde. Evrensel ahlaki disiplinleri hayatına geçirendir. Ne yaptığına, ne söylediğine, ne yediğine, ne içtiğine dikkat edendir. Vicdanlı olandır. Önce kendiyle temasta kalarak bütüne ulaşma yolunu kendine açandır.
Bu kadar teori yeter, pratik etmek istiyorum, ben yoga yapmak istiyorum diyorsan, seni bir de şöyle alacağız. Yoga da hangi yoga 🙂
Asthanga Yoga
Nefes teknikleri ile egzersizlerin önemli bir yer tuttuğu bu türde pozlar ve nefesin senkronize olması gerektiği vurgulanır. Eğer sakinleşme arayışı içindeysen, dengeli bir uygulama sunan Asthanga yogayı deneyimleyebilirsin.
Hatha Yoga
Yoga deyince ilk akla gelen. Bedendeki zıt enerji birimleri, yoga pozları, nefes ve rahatlama akışları ile dengelenir. Başlamak için iyi bir seçim olabilir.
Vinyasa Yoga
Oldukça hareketli, akışkan, enerjik yoga türlerinden biri olan Vinyasa yogada farklı pozlar nefes eşliğinde bir uyum içerisinde akar. Zamanla kondisyon yaptırır, hem kaslar, hem bağ dokular çalışır. Hareketli, akışkan bir yoga için vinyasa yogayı dene.
Atölye Mudita‘dan Buğday Bezen hocaya ulaşabilirsin.
Yin Yoga
Bağ dokularının esnemesini ve gelişmesini amaçlayan Yin yoga’da, pozların içinde 3-5 dakika kalınır. Böylece bağ dokular, fasya dokusu nazikçe gerilir ve uzar. Meditatif ve pasif pozlardan oluşur, pozlar arası akışlara pek rastlanmaz, ayakta hareketlere az rastlanır. Yin Yoga’da zorlayıcı unsur zamandır. Yavaşlamayı, sabrı öğretmesi açısından da faydalıdır. (Online ve açıkhava yin yoga derslerine katılmak için lütfen bana ulaş)
Kundalini Yoga
Omurganın en alt kısmında bulunduğuna inanılan kundalini enerjisini kullanan yoga türüdür. Daha çok meditasyona ve mantralara ağırlık vererek enerji çakralarının yükseltilmesi hedeflenir. Kundalini yoga sayesinde bedenin, duyguların ve zihnin üzerinde bir bütün olarak çalışabilir, spiritüel bir deneyime sahip olabilirsin.
Bikram Yoga
38 derece sıcaklıktaki mekânlarda uygulanan pozlar vasıtasıyla, sıcaklık ile bağ dokuların daha kolay esneyebilmesi ve vücudun toksinlerden arındırılması hedeflenir. Bolca ter atmaya ve salgı bezlerini çalıştırmaya yarar.
Restoratif Yoga
Sinir sistemini onarmak ve bilinci dengelemek için bir nevi şifa yogası olarak tanınan Restoratif yogada bağ dokular ve kaslar bilinçli şekilde gevşetilir, nefes uygulamaları ön plândadır. Omurga fevkalade rahatlar.
Somatik Yoga Terapi
Stres kaynaklı olduğu muhtemel omuz ve sırt ağrıları, fıtık, skolyoz, siyatik, astım, kronik yorgunluk, yüksek tansiyon, bağırsak sorunları gibi rahatsızlıklarda yoganın tıbbî tedavileri desteklediği türüdür. Genelde fizyoterapistlerle dirsek temasında çalışılır. Somatik Yoga Terapi ihtiyacın olduğunu düşünüyorsan Atölye Mudita‘dan Buğday Bezen hocaya ulaşabilirsin.
Pandemi Sürecini Nasıl Atlatıyorsun?
Tarihler 14 Mart 2020 idi. Şu an takvime bakıyorum. 1 Mayıs 2021. Karantinadayız.
Evlere kapandık. Şaşırdık. Bocaladık. Hoşlandık. Sıkıldık. Hobilere boğulduk. Olumlu taraflarını fark ettik. Sevindik. Boğazımız ağrıdı. Korktuk. Meyveyi sebzeyi şişeyi konserveyi foşur foşur yıkadık balkonda. Maske taktık. Maskeden yıldık. Çok sıkıldık. Çok korktuk. Depresyona girdik. Kişisel geliştik. Özledik. Hasret kaldık. Hastalandık. İyileştik. Haberler aldık. Sevindik, üzüldük. Kahrolduk. İşsiz kaldık. İşlerimiz açıldı. Kapandı. Çok kaybettik. Az kazandık. Kişisel mesafeyi fark ettik. Tokalaşmanın, sürekli öpüşmenin gereksizliğini anladık. Yakınlarımıza sarılmanın kıymetini anladık. En basit aktivitenin, özgürlüğün kıymetini anladık. Yaz geldi. Biraz saldık. Dışarı attık kendimizi, açık havada buluştuk. Biraz denize girdik. Biraz güneşe selam ettik. Biraz unuttuk.
Havalar soğudu. Rakamlar azalmadı. Rakamlar arttı. Rakamlar çok arttı. Evlere kapandık. Hatırladık. Korktuk. Maskeden yıldık. Hasret kaldık. İşlerimiz azaldı. Tanıdıklarda covid duymaya başladık. Tanıdıklardan ölüm haberleri aldık. Kahrolduk. Konu komşudan korktuk. Paranoyak olduk. Ellerimiz kolonyalanmaktan kağıt gibi oldu.
Okuduk, yazdık. Kendimizi tanıdık. Sabrettik. Sabrediyoruz. Sabrı öğrendik. Yavaşlamayı öğrendik. Olana teslim olmayı öğrendik. Her şeyi yönetemediğimizi fark ettik. Şükrettik. Gözümüz açıldı. Görmediklerimizi görür olduk. Hissetmediklerimizi fark eder olduk. Zaman kavramı değişti.
Sinirlendik, tepki verdik. Haksızlıklara tahammül edemedik. Eşitsizliğe canımız sıkıldı. Elimizden geldiğince destek olduk ihtiyacı olana. Bir olduğumuzu fark ettik, birbirimize nasıl da muhtaç olduğumuza.
Süreç devam ediyor. Daha ne kadar devam edecek, kestiremiyoruz. Biraz alıştık, bir yanımız da hiç alışamadı. Eskiyi unuttuk, bir daha asla eskisi gibi olmayacağını kabullendik. Yeniden özgür olduğumuzda bugünleri, öğrendiklerimizi, şükretmemiz gerekenleri unutur muyuz, sorguluyoruz. İnsan evladı, belli olmaz. Umarım unutmayız, umarım öğrenmekteyizdir.
İstediğin saatte istediğin günde istediğin yere gidebilmek, bir arkadaşınla gönül rahatlığıyla oturup çay kahve içip dertleşebilmek, işine gücüne bakmak, seyahat etmek, grip olmaktan korkmamak ve daha bir sürü şey.
Bu süreçte online koçluk, online yin yoga ve online meditasyon hizmetlerim devam etti, ediyor. Sürecin getirdiği depresif alanlara da hizmet ediyor bu çalışmalar, üstelik ben de bir yandan iyileşiyorum danışanlarımla, öğrencilerimle birlikte, ne mutlu.
Bu süreçte zorlanmaktaysan ve koçluk desteği, yoga, meditasyon gibi disiplinlerin sana iyi geleceğini düşünüyorsan lütfen iletişime geç. Bu süreçte destek olabilmek adına ödeme kolaylıkları da mümkün. Lütfen bana yaz.
Buraya kadar okuduysan, sana pandemi sürecinde kurduğumuz Atölye Mudita’yı da tanıştırayım. Web sitesi burada, instagram sayfası ise burada.
Bu süreçte özellikle meditasyon gerçekten faydalı oluyor. Sakinleşmek, gevşemek, anda kalmak, teslim olmak, huzurlu olmak, zihni dinlendirmek adına.
Her türlü bilgi için bana ulaşabilirsin.
Buğday Bezen ve Melis Gururla Sunar: Atölye Mudita!
Biz iki ortaokul arkadaşıyız. 1992’den beri süren güzel bir dostluğumuz var. Son birkaç yıldır ikimiz de birbirimizden bağımsız olarak spiritüel gelişime zaman ayırmakta, eğitimler almakta, eğitimler vermekteydik. Meditasyon, yoga… Pandemi’nin getirdiği depresif hallerde sesli mesajlarla birbirimize destek olmaya çalışırken bir fikir peydah oldu: Neden güçlerimizi birleştirmiyoruz?
Bezen’in yoga’dan önceki eğitim serüveni sanat, tasarım, tekstil üzerine. Benimse yazmak, yayıncılık ve sinema. Şimdi ise yoga, meditasyon ve koçluk var ceplerimizde. Neden bunları bir potada eritip bir atölye kurmayalım dedik. Ve ben, ne ara isim bulduk, ne ara instagram hesabı açtık, ne ara verdiğimiz online dersleri bu atölyenin içine kattık, ne ara ürünler üretip bunları satışa çıkardık, gerçekten hala bilemiyorum, iki çok temel cümle geliyor hemen aklıma: “yapınca oluyor” ve “bir elin nesi var, iki elin sesi var. “
İki aydır instagram hesabımızdan yaptığımız işleri duyurmaya devam ederken bir yandan sanatı yoga ve meditasyonla birleştirip güzel ürünler tasarladık, birlikte el emeği göz nuru şeklinde ürettik, sizlerin beğenisine sunduk. Bu haftasonu itibariyle e-dükkanımızı da açtık:
https://shopier.com/atolyemudita
Instagram hesabımız ise: instagram.com/atolyemudita
Bu atölyenin çatısı altında yoga , meditasyon dersleri, sanat atölyeleri ve ürünler yer alıyor. Umarız yolumuz atölye mudita sayesinde kesişir.
Bol bol mudita ve metta ile, hoş kalın.
2020’yi Uğurlarken…
Ne seneydi ama… İlk iki ayını zaten hatırlamıyoruz bile, öyle değil mi? Hatta sanki Marttan önceki hayatımızı hatırlamıyoruz, komple. Pandemi öncesi ve sonrası. Ben geçen sene bu günlerde Bodrum’daydım. Sevdiğim bir arkadaşımla Bodrum’da yeni yılı karşılamaya karar verdik ve bir iki gün öncesinden gittik. Hava mis gibiydi. Farklı bir yılbaşı kutlaması olmuştu. Deniz kenarında olmak, egede olmak iyi gelmişti.
Şubat ayında doğumgünümü kutladık. Moda’da. Sevdiğim arkadaşlarım yanımdaydı. Dipdibeydik, dans ettik, pasta kestik, müzik dinledik, şarap içtik.
Şubat sonunda covid meseleleri konuşulmaya başlanmıştı. Mart başında kolonya girmişti hayatımıza. Dikkat etmeler başlamıştı. Mart 14’te annemin amcası 91. yaşını kutlamak üzere Kalamış’ta parti verdi. Gittim, sonra Büyükada’ya, evime geri döndüm.
Ve hayat bir daha hiç aynı olmadı.
Ailemi 4 aya yakın bir zaman, hiç görmedim. Üç aya yakın evden pek çıkmadım. Zihnim çılgın gibiydi. Bu boş vakitlerde yapacak ne çok şey, harcayacak ise ne az enerjim ve isteğim vardı öyle. Hiçbir şey yapmamak da keşke rahatsız etmeseydi. Debelendim.
Havalar düzeldi, bir süre daha direndim ama sonunda sokağa çıktım. Daha doğrusu rotamı ormana çevirdim. Gittim çimenlere bastım çıplak ayak, kırık bir ağaç gövdesine oturdum. Nefes aldım. Düşündüm. Şaşırdım.
Komşularımla iletişim kurmaya başladım. Yürüyüşler başladı. Sabah 06:45’te buluşuyorduk. Büyük ada turu. Deniz molası. Saatlerce sohbet, muhabbet. Eve döndüğümde saat sabah 9 oluyordu. Koca gün. Çok şükür. Doğada olmanın avantajından faydalandık. Deniz hiç olmadığı kadar temizdi. Ben yaz insanı değilimdir. Haziran Temmuz Ağustos genelde rahatsız olduğum aylardır. Çok sıcak sevmem, çok deniz sevmem. Nasıl daralmışsam Mart itibariyle, denize en çok girdiğim yaz oldu bu yaz. Sabah beşte buluşuyoruz deseler tamam buluşalım diyecek kadar insana, aktiviteye, sohbete, doğaya açtım. Ve doyurdum da kendimi şükürler olsun ki.
Yakınlarımızdan hastalığa yakalananları duydukça korku devam etti. Sevdiklerimizi kaybetme korkusu, hastalığa yakalanma korkusu. Boğazım ağrısa dört gün kişisel karantinaya kapıyordum kendimi. Hapşırsam iki gün markete gitmiyordum. Ağustos ayında derneğin açık hava bahçesinde 4 film gösterimi yaptım, birine kendim gidemedim minik hastalık paranoyalarıyla. Çok şükür bugüne kadar hastalanmadan geldim.
Yine yaz itibariyle derneğin bahçesinde yin yoga & meditasyon dersleri verdim. Havalar bozana kadar da devam ettik ama bozar bozmaz ben dersleri bitirdim ve online devam edelim dedim. Birebir ders isteyenler de oldu, evimi yeniden dekore ettim ve bir kaç öğrencimle tek tek birebir ders yaptık. Fakat salgın arttıkça bunu da riske atmamak adına bitirdik ve online derslerle devam ettik.
Bu süreçte online koçluk isteyenler oldu. Üç dört danışanım oldu, çok şükür.
Mayıs’ta başladığım Zeynep Aksoy ile online Yin Yoga Eğitmenlik eğitimini Kasım gibi tamamladım. Sertifikamı aldım. Arada değerli hocam Vajracaksu Dharmachari’nin online meditasyon derslerine devam ettim. Online ne bulduysam katıldım aslında, çevirmenlik, yazarlık, sinema, yoga, meditasyon, felsefe… Ruhumu muhteşem doyurdum.
Burada da yazmıştım, kendi evimde inzivaya çekildim Assos’a gidemeyince. Öyle dönüştürdü ki beni. Çok şükür.
Ekim itibariyle Online Mindfulness ICF Koçluk eğitimlerine başladım. Muhteşem gidiyor.
Akşamları Zeynep Aksoy’un yin yoga & meditasyon & felsefe derslerine katılıyorum. Bhagavatgida, upanishadlar okuyor ve çözümlüyoruz.
Stradesco’nun dijital göçebe yazarlarından biriyim. Onlarla içerik üretmek de bana her zaman iyi geliyor. Çok şükür.
Ben boşanarak, işimden istifa ederek, Büyükada’ya taşınarak, hayatıma sağlıklı yaşamı, yogayı, meditasyonu, koçluğu katarak, kendimi yavaşlatmayı hedeflemiştim yıllaar önce. Kendimi dinlemeyi, kendimi duymayı. Ne oluyor, ne bitiyor, içte bir çözülmeyi anlamayı. Dengemi bulmak için bu adımları atmış, sonuçlarını almaktaydım.
Pandemi süreci kişisel olarak bana dedi ki, harika, çok iyi gidiyorsun, ancak hala yavaşlamadığın yerler var. Hala kendi sesini duymak için oturmadığın anlar. Hala kaçışların var. Biraz daha yavaşlayabilir misin? Biraz daha kendine dönebilir misin? Biraz daha emek harcayabilir misin? Biraz daha ıstırap çekebilir misin, sonu ödül.
Pandemi öncesi haftada 2 ya da 3 gün İstanbul’daydım. Bu beni yoruyordu. Üstelik bir “nereye aidim” duygusu oluşuyordu. İstanbul’da çok fazla yersiz yurtsuz hissediyordum. Adaya geldiğimde sakinliyordum ama İstanbul spora, meditasyona, ailemi, arkadaşlarımı görmeye çağırıyordu beni, çekici geliyordu ve ben koştururken yine yoruluyordum. Pandemi. Mart’tan Temmuz’a kadar adadan hiç çıkmadım. Temmuz itibariyle ise yanlış saymıyorsam 7 kez İstanbul’a geçmişim. İki hafta içinde geçeceğim süre toplamda 10 ay içindeki süreye dönüşmüş. Açıkçası bu kadarı da bazen fazla geldi, geliyor. Bu aslında özgür olmamaya isyan biraz. Bir Kadıköy’e gideyim de şu kafede bir kahve içeyim, çağırayım arkadaşım gelsin diyememe, sıkıldım bir Bodrum mu yapsam gibi bir karar verememe rahatsızlığı. Her sene Mayıs’ta ve Ekim’de Kaş’ta, Datça’da tatil yapmayı seviyorum, bu sene onu yapamamanın verdiği daralma. Haklıyım. Ancak gene de şükürler olsun elbette. Sağlıktan önemli hiçbir şey yok. Sevdiklerim de çok şükür sağlıklılar. Bundan ötesi biraz da şımarıklık belki bu dönemde. Ancak kendi üstümüze çok fazla gelmek de yok, insanım, bunlar da benim ihtiyaç ve beklentilerimdi.
Ne diyordum, hah, yavaşlamak. Evet. Ait hissetmeme duygusu kalmadı, hatta adanın ağaçlarından biri gibi oldum adeta. İlk zaman yaşadığım o her şeye saldırma duygusu da geçti, hatta azaldım iyice, 26 şeyle uğraşmak yerine 4’e düştü mesela 🙂 Merkezlendim.
Şaka bir yana. Ben kimim, o muyum, bu muyum endişeleri bitti. Ben Melis’im. Yeteneklerim ve ilgilerim çeşitli. Meslek olarak bu sıralar dijital yazarlık, yin yoga & meditasyon uygulayıcılığı ve koçluk yapıyorum. Sinemayla, müzikle, dille, dijital medyayla, edebiyatla, felsefe ve psikolojiyle aram çok iyi.
Bir kitap yazmaya çalışıyorum. Adı Kabuk şimdilik.
Resmen zaman kalıyor artık yazabilmem için. Tüm bahaneler uçup gidiyor. Kral çıplak Melis hanım, oturun ve yazın bakalım!
Yeni yıldan beklentilerim her şeyden önce gerçekten şu maskeden kurtulmamız. Sosyalleşebilmemiz. Seyahat edebilmemiz. Seyahat etmeyi çok özledim. Şifa istiyorum hepimiz için yeni yıldan.
Bu sene çocuklarda SMA hastalığı çok fazla arttı. Olabildiğince destek olmaya çalıştık ancak yetmiyor, yetişemiyoruz. Hepsine bol şifa diliyorum.
Olumsuz çok haber okuduk. Burada dillendirmek, olumsuzu çoğaltmak istemiyorum. Sevgiyi büyütelim içimizde. Öfke, kin, intikam kimseye fayda sağlamamış. Sağlıklı bireyler yetiştirelim, sağlıklı ortamlar üretelim, sağlıklı sohbetleri artıralım. Sağlıksız, sevgisiz bireyler yetişmesin, herkes önce kendisine, sonra karşısındakine sevgi ve saygı duymayı öğrenecek ortamlarda bulunabilsin ki, kimse kimseye zarar verebilecek boyuta gelemesin.
Koçluk eğitimim bu sene bitecek. Mesleğimi güzelce yapmaya devam etmek temennim. Yin yoga ve meditasyonla birleştirerek destek isteyen herkese bu konularda hizmet vermek. İyileşirken iyileştirmek, birlikte iyileşmek.
Yazmak. Hiç çıkmasın hayatımdan. Bu sene kitabımın üzerinde ilerlemek.
Dostlarımla, arkadaşlarımla ilişkilerimin olduğu gibi devam etmesi hatta çoğalarak artması, kalabalık sofralar, şen kahkahalar diliyorum.
Aileme sağlık, huzur, bolluk bereket diliyorum.
Kendime de diliyorum bunları bu arada 🙂
Aşk diliyorum kendime. Aşk lazım aşk aşk.
Bir köpek dostum olsun istiyorum gönlüme göre. Kısmetse 🙂
Sen neler istiyorsun? Ne istersen iste, önerim, hep sevgide kalalım. Haklı olmak yerine sevgiyi seçmek. Tartışmak yerine sevgide kalmak. Affetmek, bırakmak ve hayatımıza kaldığımız yerden devam etmek. Kontrol etmeye çalışmamak, olayları ve kişileri olduğu gibi kabul etmek. Hayatımızda önemli olan insanları unutmamak, onlara zaman ayırmak. İhtiyacı olana destek olabilmek, nasıl elimizden geliyorsa.
Şuraya da bir meditasyon kaydı bıraktım, belki yaparsın benimle.
İyi olalım, mutlu olalım, sağlıklı olalım, huzurlu olalım. Kalbimiz açık olsun. Zihnimiz açık olsun. Büyüyelim, gelişelim. Zorluklarla başedebilelim.
Yılları biz koymuşuz, çetele tutabilelim diye. 2021 sadece bir sayı. Mühim olan önüne bakmak, umudu yitirmemek, güzel, olumlu düşünceler ve duygularla beslemek zihni, kalbi. Ötesi bizde değil. Teslimiz.
Mutlu yıllar.
Yedi Gün İnzivadaydım! İnziva Nedir? Vipassana Nedir?
Merhaba. Geçtiğimiz günlerde 7 günlük bir inziva deneyimim oldu. Bunu seninle de paylaşmak istedim gelen pek çok soru mesajı üzerine.
Vipassana Nedir?
Hindistan kökenli, 10 günlük bir inziva uygulamasının adı aslında. Kelime anlamı ise olanı olduğu gibi görmek. S.N Goenka isimli Hintli bir budistin 1969 yılında başlattığı bir uygulama. 1982 itibariyle tüm dünyaya yayılıyor.
Bizim bildiğimiz anlamda inziva ne demek peki; köşeye çekilmek, insanlardan uzaklaşmak, dünyadan bir müddet el etek çekmek anlamına geliyor inziva.
Vipassana oldukça ilgimi çekmişti ve epey araştırdım. Nasıl mı gerçekleşiyor? Bir eğitmen gözetiminde bir mekanda 10 gün geçiriliyor. Sabah 4-5 gibi kalkılıyor, çan sesi ile. Akşam 10’da ise uyumak üzere odalara geçiliyor. Tüm gün konuşmak ve herhangi bir meşguliyet yasak. Meditasyon pratikleri için biraraya geliniyor. Eğitmene soru sorma saati mevcut. Tüm elektronik aletler uygulamanın başlangıcında eğitmene teslim ediliyor. İdeal bir vipassana’da yoga, spor gibi aktiviteler de yasak. Cinsel aktivite yasak. İçki ve uyuşturan maddeler yasak. Yemekler vejetaryen ya da vegan. Yemekleri siz yapmazsınız, başkası sizin için hazırlar. Günleriniz meditasyon yaparak, yürüyüş yaparak, yemek saatlerinde yemek yiyerek, arada uyuyarak, ihtiyaç duyduğunuzda duş almakla geçer, başka bir aktivite yapmazsınız. Kitap okumaz, yazı yazmaz, televizyon seyretmezsiniz. Elinizde sadece kendiniz varsınız. Peki, var mısınız?
Böyle bir deneyim yaşamak isterseniz Türkiye vipassana resmi web sitesi var: dhamma.org.tr. Vipassana’lar ücretsizdir. Ekibe bağışta bulunabilirsiniz ancak mecburi değildir.
Peki, amaç ne? Amaç yapılan nefes meditasyonları ile zihin üzerinde hakimiyet geliştirmek. Beden duyumlarını fark etmek. Şefkat meditasyonları da yapılır. Sağlıklı zihin egzersizidir aslında bu çalışmalar.
Budizme göre zihin ve maddenin tüm alanı -altı duyu ve bunlara ait nesneler- anicca (geçicilik), dukkha (ızdırap) ve anatta’nın (benliksizlik) temel özelliklerine sahiptir. Vipassana’larda “ben, benim” gibi tutunduklarımızla, yapıştıklarınızla yüzleşip onlardan bağımsızlaşma şansınız oluyor aslında. Gerçekliği deneyimliyorsunuz. Bağlandıklarınızdan kurtulduğunuzda ızdırap bitiyor, diyor Budizm. Ve Vipassana’da çalışmaları bölümlendiriyorlar: Kayanupassana (beden gözlemi) ve vedananupassana (beden duyumları gözlemi) fiziksel yapı ile ilgilidir. Cittanupassana (zihin gözlemi) ve dhammanupassana (içerik gözlemi) zihinsel yapı ile ilgilidir. Kişisel deneyiminizle, zihin ve maddenin birbirleriyle nasıl ilişkili olduğunu görün, diyorlar. Zihin ve maddeyi deneyimlemeden anladığına inanmak, aldatmaca oluyor. Sadece doğrudan deneyim, zihin ve madde hakkındaki gerçeği anlamamızı sağlayabilir. İşte burada Vipassana bize yardım etmeye başlıyor. Meditasyon esnasındaki beden taramalarında, farkedilen duyumlara tepki verilmemesi isteniyor. Örneğin, kaşındı, uyuştu. Yine de tepki vermek yok. Tepki vermemeyi öğrenmenin acı eşiğini yükselttiği söyleniyor. İdealde 10 gün bu tepkisizliği deneyimleyen kişi, son günlere doğru sadece atom altı parçacıklardan oluştuğumuzu, sadece bir titreşimden meydana geldiğimizi fark ediyor. Herşeyin geçiciliği de böylelikle anlaşılıyor, diyorlar. Çünkü aslında, gündelik hayatta bir şey oluyor, ve bizim bedenimizde ve zihnimizde bir duyum oluşuyor. O duyumu fark etmeyip, es geçip, duyumun bizde yarattığı arzu ya da acıya kapılıyoruz. Böylelikle egomuzun ve ıstıraplarımızın kölesi oluyoruz. Halbuki önce duyumu fark edecek olursak, onun gelmesini ve sonra geçip gitmesini fark ettiğimizde, geriye yan etkisi kalmıyor, acı veya arzu gibi. Gerçekliği olduğu gibi gözlemliyorsunuz ve istek ya da reddetme gibi koşullanmalara yer kalmıyor.
İnziva, tasavvufun önemli esaslarından olan zühdün içinde de yer alan bir deneyim. Zühd; birşeye rağbet etmemek, onu terketmek ve yüz çevirmek anlamında kullanılıyor. Tasavvufî anlamda ise, Allah’tan gayrı şeylere takınılan olumsuz tavrı ifade eder. Bu kişi insanlardan uzaklaşarak, tekkelerin çilehâne veya halvethâne adı verilen tenha, karanlık özel bir bölümünde inziva hayatı yaşar, az yemek, az uyumak suretiyle devamlı ibadet ile meşgul olup yüzünü tamamen Hakk’a çevirir.
Meditasyon eğitimleri aldığım hocam Budist bir eğitmen. O da senede birkaç kez inziva düzenliyor normal şartlarda. Genelde 5 gün süren inzivalar yaptıklarını duymuştum, Assos’ta. Biz pandemi krizinden belki 1-2 hafta önce, Şubat sonu – Mart başı gibi, 3,5 günlük bir inziva için 15-20 meditasyon buddy’si, hocamızın önderliğinde Çatalca’ya gitmiştik.
Çatalca’ya varır varmaz cep telefonlarımız alındı elimizden. Kalacağımız evlerde televizyon ya da herhangi bir elektronik eşya yoktu. Sabah beş buçuk gibi çanla uyandırılıyorduk. Meditasyon alanına geçip birlikte meditasyon yapıyorduk. Sonra vegan kahvaltıya oturuyorduk. Sonra boş zaman. Kitap okumak, yazı yazmak yasaktı. Vegan atıştırmalıklar vardı etrafta, meyve, kuruyemiş gibi. Bitki çayları içiyorduk. Akşam yine bir zil, meditasyon zamanı. Bunlar uzun meditasyonlar bu arada. Çok çok çok zorlayan. Sonra günün ikinci öğünü, vegan akşam yemeği. Akşam erkenden yatış. Birlikte yemek yediğimiz sofra dahil, aralarda da sıfır konuşma.
3,5 gün de kolay geçmemişti doğrusu, 5 gün 10 gün nasıl yapıyor insanlar diye şaşırmıştım. Açıkçası bir cep telefonu ve internet bağımlısı olmama rağmen hiç aramamıştım bunları, aksine elimden alınmış olmasına sevinmiştim. Müzik dinlemeye bayılmama rağmen öyle bir arayışım da olmamıştı. Kitap okumak vs de öyle. Mecburen kendimle ve doğayla başbaşa kalma fikri iyi gelmişti. Doğada güzel yürüyüşler yaptık, konuşmadan birlikte, bazen de tek başımıza. Ancak fikirler geliyor elbet, takıntı yaptığım düşünce yapılarımla karşılaşmıştım. Kaçmak isteyip kaçamamak ilginç oluyor o duygulardan. İçinde oturuyorsun işte duygunun, düşüncenin ve geçmesini bekliyorsun. Geçiyor da. Mecbur, doğası gereği. Sonra geçtiğini fark edip aslında o geçen şeyin somut olmayan bir şey olduğunu, zihnin ürettiğini fark ediyorsun. Uzun meditasyon oturmaları çok zordu. Bazen sıkıntı. Bazen beden duyumları. Bazen tuhaf duygu ve düşünceler. Bazen ağlama hissi. Bazen uyku gelmesi. Bazen ise inanılmaz rahatlatıcı, sakinleştirici, kafa açıcı, ahaaaa anları yaşatıcı, nefesimin açıldığını hissettiğim, şükrettiğim anlar… Bizim inzivamız 10 günlük olmamasıyla, bir de 1 saatliğine birlikte yoga yapmamızla vipassana’dan ayrılıyordu.
Sonra biz pandemi zamanı online olarak buluşup birlikte meditasyon yapmaya, güzel sohbetler etmeye devam ettik. Ve hocamız dedi ki, o zamana kadar belki her şey hafifler, Eylül’de Assos’a inzivaya gidelim, bu kez 7 gün 7 gece.
Varım diye atladım, çok heyecanlıydım. Yine vipassana kuralları yoktu, denize girmek serbestti mesela, galiba yoga yapmak da. Ve yine 10 gün değildi ama 7 gün 7 gece de az değildi doğrusu. 3,5 günlük deneyimimi düşününce, iyice heyecanlanıyordum. Ancak tabii ki aslında olması gereken oldu ve pandemi sürecinin değişmemesi, aksine rakamların artması sebebiyle önlem almak durumundaydık ve inziva programı iptal edildi. Gerekli katılım sağlansaydı, online devam edecektik aynı ekip ama o da sağlanamadı. Gerçi bu ikinci duruma üzüldüğümü söyleyemem çünkü inzivanın benim için en önemli kısmı teknolojik aletlerden uzak durma kısmı ve gün içinde birlikte meditasyon yapabilmek, belki bir iki konu paylaşabilmek adına ister istemez laptopumu açmak durumunda kalacaktık, bunu istemiyordum. Sonuç olarak program tamamen iptal olunca ben de Büyükada’da yaşayan biri olarak şöyle bir karar aldım: Bu inzivayı evimde de gerçekleştirebilirdim.
Tarihlere sadık kalarak eşime dostuma haber verdim. Bu tarihler arasında cep telefonum açık olmayacaktı, internete girmeyecek, iş yapmayacaktım. Herhangi bir etkinliğe katılmayacak, dışarı çıktıysam da birini gördüğümde konuşmayacaktım. Bu tarihlere denk gelen Salı günü meditasyon dersimi iptal etmeyecektim, çünkü eğer inzivada olsaydık da biraraya gelip meditasyon yapacağımız, iki kelime paylaşacağımız zamanlar olacaktı, bu dersimi o zamanlara saydım ve Cumartesi – Cumartesi aralığında sadece Salı günü Adalar Kültür Derneği bahçesinde sezonun da son dersi olan, içinde yin yoga hareketleri de barındıran meditasyon dersimi verdim.
Ben vippasana yapmayı düşünmüyordum, açıkçası Assos’ta yapacağımız inzivanın kurallarına birebir uymak da değildi niyetim. Bu biraz “my kinda retreat (benim tarzım bir inziva)” oldu. Kendi kurallarım şöyleydi:
Bu bir hafta boyunca;
- Hiç konuşulmayacak. Kimseyle iletişime geçilmeyecek. Cep telefonu ve laptop kapalı olacak.
- İçimden geldiği zamanlar ormanda yürüyüşe çıkılacak, bisiklete binilecek, çoğunlukla evde olunacak.
- Düzenli yin yoga ve meditasyon yapılacak.
- Kahve tüketilmeyecek.
- Mümkün mertebe erken kalkılacak.
- Vejetaryen beslenilecek.
- Öğretici olmayan, kurmaca kitap okunacak.
İçimden geldiği ölçüde yazı yazılacak, eski defterlerim ve yazılarım incelenecek.
Şansıma kapalı bir hava vardı dışarda çoğunlukla bu bir hafta içinde. Yağmur da yağdı, rüzgar da çıktı. Yine de iki üç kez yürüyüş yaptım adada. Çok iyi geldi. Bir kez de bisiklete binme fırsatım oldu.
Zihnimde sürekli “evet, ne yapıyoruz? Neyle meşgul olmalıyız? Yetişmesi gereken bir şey yok mu? Bizden beklentisi olan kimse yok mu? Ne yapsak?” gibi sorularla karşılaştım. Bir ara bocaladım. Sonra sakinledim. Gerçekten meşgul olacak bir şey, mecburiyetler, beklentiler, deadline’lar olmayınca ve zihin ile beden buna ikna olunca, zaten teslim oluyor. Ev işleri mesela, çok daha yavaş, sakin ve huzurlu bir şekilde yapılıyor. Daha çok ev işi yapılıyor, çünkü daha çok göze batıyor. Ama ev işi derken hummalı bir işe girişmekten bahsetmiyorum, o yine bir şey yapmamaktan kaçmak adına kendimi meşgul etmek olurdu. Dağınıklığı toplamaktan, bulaşıkları yerine yerleştirmekten falan bahsediyorum. Çok daha yavaş, çok daha düzenli. Şu dağınıklığı toplayayım da, sonra şunu şunu yapayım bir an önce gibi bir zihin kayması yok, ya da tam tersi, şunları şunları yapayım da, dağınıklığı sonra toplarım kaçışı yok. Her şey olması gerektiği gibi, olması gerektiği zamanda. Oh be.
Tüm bu zaman oyunlarını, zaman yönetmeleri, zaman yönetememeleri, kendimin yarattığını da fark ettim bu süreçte. Bir ara dedim ki, ee, tabii, freelance hayatı seçersen böyle olur, disipline olmak kolay değil. Sonra güldüm bu dediğime. Freelance hayat mı? Bu ne demek? Bu şu demek. Sen toplumun sana dayattığı, sistemin oturttuğu “haftaiçi 9-6 çalışmak, haftasonu tatil” mantığından yıllardır uzak olmana rağmen hala doğru oymuş da sen o doğruda değilmişsin gibi bir algıya sahipsin. O taraftan bakarak, kendi seçiminin zorlayıcı olduğunu söylüyorsun. 9-6 ne, haftaiçi, haftasonu, freelance ne… Sen bu dünyaya çırılçıplak gelmiş bir insan evladısın. Doğdun, yaşıyorsun, bir süre daha yaşamaya devam edip öleceksin ve kimbilir sonrasında neler var ya da yok. Bunun ötesinde bir gerçeklik, bir “doğru düzen” yok ki… Gerçeğin içindesin bu inzivada. Evet, bir vipassana değil ama “benim tarzım inziva”da da gerçekliği, olduğu gibi gözlemliyorsun. Tamam, bu düşünce yapını fark ettin. Kızma kendine, eleştirme bunun için. Şimdi kapa gözlerini, aç gönlünün gözlerini, aç kulaklarını. Dinle. Rüzgarı dinle. Ağacı dinle. Kuşları dinle. Sessizliği dinle. İç sesini dinle. Otur. Dur. Uzan. Gevşe. Sakin ol. Koşacak, yetişecek bir yer yok. Düzeltmen gereken, değiştirmen gereken bir şey yok. Çay iç. Bak. Gör.
İç ses: Bu bir lüks. Bu bir tembellik. Bu bir eylemsizlik. Bu hakkedilmesi gereken bir şey.
Bilinç. Fark et. Yargılama. Kızma. İteleme, öteleme. Kabul et bu düşünceni, duygunu. Görülmek istiyor, ilgi istiyor senden. Seni görüyorum. Varsın sen. Hoş geldin. Kapı açık. Artık ilgime ihtiyacın kalmadığı noktada uçuşarak kapıdan çıkmana izin veriyorum. Seninle ilgilenecek çok vaktim yok zaten. Şu an nefesimin burnumdan giriş çıkışıyla, havadaki kokuyla, rüzgarın bedenimi ürpertişiyle ilgileniyorum. Seni gördüğüme göre, istediğin zaman çıkabilirsin, serbestsin.
Gitti.
İç ses: Sıkıldım. Bir şeyler yapalım.
Bilinç. Fark et. Kızma. İtme. Çekme. İçinde boğulma. Dikkatini istiyor senden deli gibi.
Başka bir iç ses: Şu an inzivada olmasaydık ne yapacaktık ki? İnternet. Cep telefonu. Dünyayı mı kurtaracaktık.
Bilinç. Yargıyı fark et. Onu da kabul et. Sıkılabilirim. Bunu yargılayabilirim. Bunlar da geçici. Dikkatimi verdiğim şey ellerim şu an. Sıcak bir enerji var ellerimde. Güzel hissettiriyor. Sakinler, dinleniyor sanki ellerim. Dizimin üstünde duruşunu gözlemliyorum. Kumaşa değdiği yerler. Kumaş da yumuşak. Sıkılma ve yargılama adlı arkadaşlar, beni beklemeyin, siz çıkın.
Gittiler.
Bunun gibi pek çok mindfulness çalışmasına o kadar çok ortam oluştu ki, zihnim sağolsun.
Yin yoga ve meditasyon pratiklerini her gün yaptım, yapabildim. Çünkü, neden yapmayacaktım ki? “Normal” zamandaki tüm bahaneler kaybolmuştu: dur şunu yapayım da sonra yaparım. Bugün yorgunum. Hiç vakit yok. Acaba bunu yaparken boşa vakit mi harcıyorum, bunu yapmak yerine şunu mu yapmalıydım…
Tüm zamanlar benim. Daha iyi bir “işim” yok yapacak. Sakin, akışta bir yin yoga. Mis gibi meditasyonlar. Her gün, düzenli. Zorlamadan. Kendiliğinden. İhtiyaç hissedecek kadar.
Kütüphanem. Kaç zamandır okuduğum tüm kitaplar, kişisel gelişim, yoga, meditasyon, nefes üzerine. Hepsine bayılıyorum. Ama biraz da hayalgücüne, masallara ihtiyacım var, biliyorum. Gözüm kütüphanemdeki kitapların üzerinde geziniyor, beni oku, beni oku diye tek tek kendilerini gösteriyorlar sanki bana. Çekici kapaklar, çekici başlıklar. Nicedir merak ettiklerim. Hepsinin arasından bir kitap göz kırpıyor. İncecik bir kitap. Doğu’nun Limanları. Amin Maalouf. Amin Maalouf imzalı Çivisi Çıkmış Dünya’yı okumuştum. Doğu’nun Limanlarını da bir an benzer bir kitap zannediyorum. Bir inceleme gibi. Çok eskiden almış olduğumu zannediyorum bu kitabı. Alıyorum elime, biraz başlayayım derken bir saat boyunca yerimden kıpırdamadan kitabı yer gibi okuduğumu fark ediyorum. Hayır, bu kitap klasik bir roman, tarihi öğeleri de var ama bir inceleme değil. Kurmaca bir hikaye. Masalımsı, adeta destanımsı bir anlatım. En çok ihtiyaç duyduğum tür şu aralar. Kitap 1996’da yazılmış ama hayır, ben eskiden almamışım ki, 2018 Kaş yazmışım öndeki boş sayfasına adımı yazarken. Pek hatırlayamıyorum ve bu detayı es geçerek kendimi kitaba bırakıyorum yeniden. İki günde bitiyor kitap. Lezzeti var resmen kitabın. Zevkten dört köşeyim. Sanki bir film izliyorum. Anlattığı tüm detaylar insanın zihninde filmleşiyor adeta. Maalouf, bu öyküyü 60’lı yılların sonuna doğru tanıştığı bir kişinin hayatından esinlenerek yazdığını belirtmiş. Yapıt Lübnan’da doğan, sonra Fransa’ya giderek direniş hareketlerinde görev alan, Lübnan’a döndüğünde bir kahraman olarak karşılanan Kitapdar’ın öyküsünü konu alıyor. Bittiğine üzüldüğüm kitaplardan oldu. Sonra şunu farkettim. Kitabın arkasına da bir not almışım. O an, kitabı aldığım ana dair yaşadıklarım, Kaş anıları. İyi ki yazmışım. Ve hatırladım: Benim gerçekten de 5 yaşımdan beri, hayatta en çok sevdiğim şey kitap okumak ve yazmak. Ve son son kendimi bir kitaba ne kadar da veremediğimi ve hep öğrenmek temelli kitaplar okuduğum yüzüme çarptı resmen. İnzivada okuduğum bu kitap sayesinde sanki 5 yaşında keşfettiğim o muhteşem büyülü dünyayı, yeniden, ilk kezmiş gibi, keşfediyormuşum gibi hissettim. Tanrım okunacak ne kadar çok ve ne kadar güzel kitap var, yaşasın, içimi çocuk gibi bir sevinç kapladı. Bunun inzivamı bozduğunu düşünmedim, ruhumun ihtiyacı olan, şahsıma münhasır bir deneyimdi.
Sonra, defterlerim, ah evet, o defterler….
O kadar uzun zamandır yazıyorum ki. Ve o kadar düzensiz ki. Ve o kadar türsüz ki. Defterler dolusu anı, günlük notlar, hikaye denemeleri, şiirimsiler, çoğunlukla bilinç akışı, denemeler, makaleler… Ders notları, çalışmalar. Duygularımı ve düşüncelerimi o kadar çok akıtmışım ki defterlere. Bunun çok sağlıklı olduğunu düşünüyorum, iyi ki yapmışım. Çoğu tarih, gün, saat, yer içeriyor. Hayatımın belgesi onlarca defterde. Evet onlarca. Defter almalara doyamıyorum. Şımarık gibi birine bir şeyler yazıyor, bırakıyorum, yenisini alıyorum. Otuz seneye yakın zamandır bu böyle. İnzivamda çoğunu ele almaya çalıştım. Şaşıra şaşıra okudum çoğunu, bir kısmını temize çekip attım, bir kısmını temize çekmeden attım, bir kısmını başköşeme koymak üzere kütüphanemin en önemli yerine koydum. Bir kısmında ağladım, bir kısmında çok güldüm. Bunları yaparken kendime sarılıyormuşum gibi hissettim. Melis’in dünyasıydı.. 41 yaşındayım. Bilinçli tüm yaşam hikayem orada… Anılar, öğrenilenler, ıstırap ve mutlulukla geçen zamanlar. Bunların kelimelere dökülmesi, çoğunlukla edebi bir ifadeyle. Bazen muzip. Bazen çok öfkeli ara tonlarla. Anlık duygularımı ve düşüncelerimi ve deneyimlerimi de yazdım bunları yaparken. Bir düzene soktum sanki çoğunu. Yazmak istediğim kitaba çok katkı çıkacak buradan. Teşekkürler her gün ölen ve yeniden doğan binlerce Melis, bana hep mektuplar yazmışsın yolda. Geçmiş küldür, üfle gitsin*, ama kendini de unutma, dedi onlarca mektup. (*Tanrılar Okulu)
Kendimi hatırladım. Sevdim, bağrıma bastım kendimi, kelimelerimi, bakış açımı, yaşam çizgimi, yeteneklerimi, hüzün ve sevinçlerimi, tercihlerimi. Geldiğim noktayı. Yolumun devamını gördüm.
Çok şükür.
Salyangoz. Ah, o salyangoz. İnzivamdan önce kızlarla buluşmuştuk aylar sonra, Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda, gece adaya döndüm, eve geldim, bir de ne göreyim, çantama yapışmış bir salyangoz. Belli ki özgürlük parkındaki çimlerde otururken biz, konuşlanmış oraya, benimle birlikte vapur yolculuğu yapmış, adada yaşamaya ve ölmeye karar vermiş. Yapışıktı çantama, ben de çantamı balkona koydum o gece. Sabah baktım bir hareketlenme var. Onu saksımın içine koydum, oradan yolunu bulsundu artık, ağaca tırmansındı mesela, bilemem artık ötesini. Birkaç saat sonra baktığımda saksının dışına yapışmıştı. Çok hoşuma gitti, fotoğrafını çektim. İlginç geldi, benimle yolculuk edip şu an benimle yaşıyor olması.
Dışarı çıktım, eve döndüğümde yerinde yoktu, aşağı baktım, anladığım kadarıyla düşmüş ve kırılmıştı. Çok canım sıkıldı. İnip yakından bakamadım. Ertesi gün bakmaya gittim ama çok da fazla göz atamadan hızlı bir hareketle kabuğunun bir kısmını aldım hatıra olarak.
Gece yattım. Sabaha karşı, belki 5 falan, çat diye uyanıp telefonumu açtım, internete girdim ve araştırdım biraz salyangozu.
Salyangozla ilgili sembolizmalar var, salyangozun bir insanın totem hayvanı olması gibi bir durum var, salyangozun mitolojik karşılıkları var. Karşıma şöyle bilgiler çıktı:
- Salyangoz kabuğu spiraldir. Spiral insanoğlunun en eski evrensel sembollerinden biridir ve Paleolitik çağdan beri kullanılır. Spiral insanoğlunun yaratılışının, oluşumunun ve yaşam yolunun sembolüdür. Salyangoz mevsimsel değişimin sembolüdür. Spiral kabuklu yengeçler ve benzer hayvanlardan farklı olarak, salyangoz hayvan totemleri, büyüdükçe farklı kabuklara girip çıkmak yerine kendi kabuğunda büyür. Bu kendi başına, uyarlanabilirliğin ve tabii ki büyümenin harika bir sembolüdür. Kabuk üzerindeki spiralin özel bir önemi vardır. Antik Aztek Kızılderililer’in de salyangoz ve spiraller için yüklediği önemli anlamlar vardı. Spiral onlar için ay ve ay evrelerini temsil ediyordu. Ayrıca salyangoz ruhu toteminin doğurganlık, zaman ve değişimi sembolize ettiği anlamını yüklediler. Salyangozla İlişkili Özellikler: Yavaş, İstikrarlı, Bereketli, Uyarlanabilir, Esnek, Büyüyen, Koruyucu. Zaman sembolü & Değişim sembolü.
Salyangoz ruhu, onun toteminden ve sembolizminden en iyi şekilde faydalanmayı seçen bir ruha en değerli anlamı yükleyebilir. Simgesellikte salyangozun en güçlü fiziksel kısmı belirtildiği gibi onun kabuğudur. Salyangoz kabuğu temelde korunmanın tek biçimidir. Zayıf ve sümüksü bir bedeni olan salyangoz sert kabuğu olmadan savunmasızdır. Bu basit fakat son derece önemli olan özellikten dolayı, salyangoz sembolü korunma ve savunmayı temsil eder.
Salyangoz kabuğu hakkındaki bir diğer şey, salyangozun evinin kat kat olmasıdır. Salyangoz kendi kabuğunu yapar, yaşadığı sürece onu taşır. Bu, salyangozun yaşayan bir mobil ev olduğu anlamına gelir. Salyangoz nerede olursa olsun, o daima evdedir. Bu seyahat, güvende olmak ve kendine güvenmek anlamlarını taşır. Salyangoz hayvan totemi yavaş yavaş ilerleyerek bu dünyada uzun bir yol kat etti. Bu bize yolun güvenli olması için acele etmemize gerek olmadığını gösterir. Tıpkı salyangoz kabuğuyla bu dünya üzerinde çalışıyormuş gibi bizim de sahip olduklarımızla çalışmamız gerekiyor.
https://www.demetyildirim.com/ac/blog/genel/salyangozlar-ve-spiraller
Evrenin sırlarını saklayan salyangozun kabuğunun büyüme oranı, spirali meydana getiren şerit ya da odacıkların ölçüleri “Fibonacci” sayı dizisini vermekte .Bu dizinin özelliği ; yeni oluşanın ,ondan önce oluşmuş iki parçanın ölçülerinin toplam değerini vermesidir. 2 ila 1, bir araya gelir ve 3’ü oluşturur. Bu oranın hesaplanmasını ilk fark eden İtalyan Matematikçi Fibonacci’nin adıyla anılan bu dizilime sahip olan kara ve deniz salyongozları sembolizmde kutsal üçlemeyi anlatıyor. Ruh-Beden–Akıl, Geçmiş-Şimdi-Gelecek ,Anne-Baba-Çocuk.
http://www.bolugundem.com/salyangozun-sirlari-16146yy.htm
- Eğer son zamanlarda salyangozlar (sümüklü böcekler) sık sık karşınıza çıkmaya başladıysa (görsel, sözel, fotoğraf, yazı, rüya vs), Evren size biraz yavaşlamanız gerektiğini hatırlatıyor olabilir. Tüm bu acele neden? Biraz yavaşlayın, içinde bulunduğunuz anın tadını çıkartın. Ayrıca salyangozlar etrafınızdaki koruyucu ruhları da simgeler.
Eğer totem (rehber) hayvanınız bir salyangoz ise, siz oldukça değerli bir rehber olabilirsiniz. İnsanlara öğretecek pek çok önemli dersiniz vardır. Üstelik salyangozlar sabrın da sembolleridir. Bu da rehberliğinize yardımcı olur. Siz genellikle yalnız kalmayı tercih edersiniz, pek sosyal olduğunuz söylenemez. Her zaman içinizdeki çocuğun önemini hatırlayın.
https://www.facebook.com/kimimila11/posts/1262518253870251/
- Kabuklar, Uzak Doğu’da yüz yıllardır iyi şans ve bereketin sembolü olarak kabul edilirler. Refah ve bereketi çektiklerine, muhafaza ettiklerine, netliği arttırdıklarına ve karar verme konusunda dayanışma ve bilgeliği teşvik ettiklerine inanılır. Kadim Nautilus kabuğu, spiritüel gelişim için bir metafor olarak değerlendirilir.
Nautilus
Bütün bunlar bana konuşuyormuş gibi bir his geldi. Yaklaşık iki sene önce minik minik taslağını oluşturmaya başladığım kitabıma bulduğum isim: Kabuk’tu. Bu minik salyangoz, günlerce aklımı meşgul etmesiyle, sembolizmalarıyla, belki de beni kitabımı yazmaya itiyor, diye düşündüm. Defterlerime sarılmam ve içinde kıymetli olduğunu düşündüğüm pek çok yazı bulup, bunları kitabımda kullanabilirim diye sevinmem de aynı döneme denk geldi. Bütün bu anlamları kabul eden benim, bunun farkındayım, zaten anlam dediğimiz biz insan evladının oluşturduğu bir kavram değil de ne…
Bu bir hafta dünyanın alıştığımız koşturmasından el etek çekmek bana çok iyi geldi. Kendi iç sesimi daha çok duydum, yavaşladım, sakinledim. Eminim midem, omuzlarım, beynim, cildim, ayaklarım, ellerim, gözlerim de rahatlamıştır.
Your kind’a retreat 🙂
İmkan yaratabildiğin ölçüde kendine özgü inzivanı yap derim. Yaşa bu deneyimi. Şu anki hayat düzenine göre, illa bir yerlere gitmek, ya da günlerce kendini kapatmak zorunda değilsin. Kendin karar verdiğin bir saat diliminde cep telefonunu kapat. Belirli bir süre diliminde teknolojik aletlerden uzak dur. Doğada tek başına, kulaklığın, müziğin olmadan, sakince yürü. Belki bir banka otur, etrafı incele. Sesleri duy, renkleri gör, rüzgarı hisset. Güneşi. Kuşları duy, ya da arabaları. Yargılamadan sadece duyumsamalarını fark et. Evinde otur. Çay içerken pencereden dışarı bak. Ağır yemekler yeme, mesela birkaç gün. Erken bitir yemeklerini. Sabah erken kalkıp biraz gerin yatakta. Hemen kalkma. Uyanır uyanmaz nasıl hissettiğine bir bak. Bedenin nasıl hissediyor? Moralin nasıl? Günü nasıl daha moralli kılabilirsin? Biraz buna odaklan. Yavaşla. Acele etmeden işlerini bitirmeyi dene, iki gün için belki. Sırayla yap işlerini. Belki sevdiğin bir kitabı oku biraz. Hiçbir şeyin seni bölemeyeceği bir 15 dakika yarat. Belki sevdiğin bir müziği dinlemek istiyorsun. Sadece ona zaman ayır. Bak bakalım hayatında neler değişiyor. Benimle paylaşmayı da unutma. Şifa olsun.
İnziva deneyimimi podcast olarak dinlemek istersen:
Nefret Ediyorum!
Kendimize karşı dürüst olma vakti. Belki ifade ederek, belki içinden, Nefret ediyorum! dediğin bir olay, bir nesne ya da bir kişi var mı? Fark et, yakala o duygunu. Eminim hemen neden nefret ettiğine dair, “haklı” olduğun sebepler gelecektir peşinden aklına. Hatta biri soracak olsa, hemen sıralamak için bunları aklından geçirirsin. Çünkü kimse aslında nefret dolu olmak istemez, ya da, “ben kötü düşüncelere sahip biriyim” gibi bir kabulleniş yaşamaz, nefret varsa, sebeplerimiz de vardır. Aslında biz iyi bir insanızdır ama o olay, o nesne, o insan her neyse, nefretimizi kazanmak için mutlaka bir şeyler yapmışlardır ve bunu hak etmişlerdir.
Peki, tamam.
Şimdi bir bak bakalım. Sende nefret duygusu uyandıran bu olay, bu kişi, her neyse, bu konu diyelim, bu konuya neresinden bağlısın? Seni ilgilendiren kısmı ne? Seninle ilgili olan kısmı ne bu konunun? Peki, sende bir duygu yaratmasına izin verdiğin kısım neresi?
İlgi alanımıza soktuğumuz her konu, her kişi, her olay, her durum bizde bir duygu yaratır. Bir karşılığı vardır bizde, vardır ki ilgi alanımıza girmiştir, olumlu da olsa, olumsuz da. Bizim inanışımıza, bizim bildiğimize, bizim alışkanlıklarımıza, bizim örf ve ananelerimize belki, bizim bakış açımıza, bizim zekamıza, bizim sevdiklerimize ters bir şey vardır duygumuz nefretse. Ancak, ters olmakla kalmamıştır, canımızı da yakmaktadır, egomuzu tehdit etmektedir. Çünkü nefret güçlü bir duygudur. Şu konuyla, şu kişiyle, şu mekanla aynı noktada değilim, demekten çok daha fazlasıdır. Ona ruhumuzda, gönlümüzde, zihnimizde, zamanımızda bir yer vermişizdir. Onu dilimize dolamışızdır. Onu konu etmişizdir. Belki de aslında bir korkumuza karşılık geliyordur. Belki aslında sevmek istediğimiz bir şeyin hayal kırıklığıdır yaşanan. Belki bilmediğimiz, bilemeyeceğimizi düşündüğümüz için dışlamak adına nefret duygusu geliştirmeyi tercih etmişizdir. Belki nefret duygusu, bizi başka bir yere konumlandırmaktadır ve bizim o konuma gereksinimimiz vardır. Bir şeye aynadır bu duygu, ama neye, biraz daha derine bakınca, çıkar ortaya.
Belki diyeceksin ki, ne yani, katillerden, canilerden, işkencecilerden, tecavüzcülerden nefret etmeyelim mi? Nefret ediyorsak aslında bu bizdeki başka bir şeyi mi temsil eder illa?
Bir cana acı veren, bize de acı verir. Ona karşı güzel duygular beslememiz imkansızdır. İsyan etmek gelir içimizden, belki intikam almak bile gelir. Lanet okumak isteriz, okuruz da. Onu asla anlayacak durumda olamayız, onu anlamaya zaman ayırmak bile haksızlık gibi gelir. Beter olmasını isteriz. Karşımızda bir cana kast etmiş bir kişi, bir anlayış vardır ve duygumuz bize der ki, aslında bizim yapabileceğimiz “en insani şey” ondan nefret etmek, ona karşı olmak, ona lanet okumaktır.
Peki, gerçekten böyle midir? İlk ve en doğal tepkilerimizi engelleyemeyiz şüphesiz. Ancak lanet okumak, nefreti dışa vurmak, öfkelenmek aslında ateşi büyütmektir. Hem kendi sağlığımız, hem de çevremiz için. Herkes kendisinden sorumludur. Kızmak, öfke duymak, yaşanması gereken, sağlıklı duygulardır, dışa da vurulması gerekir ancak illa bir kişiye, bir kuruma, bir medyaya, bir ortama akıtmak olarak değerlendirmemek gerekir dışavurumu. Bedenimizden atmak gerekir. Belki çığlık atarak, belki bağırarak, belki ağlayarak, belki yastıkları yumruklayarak. Belki evet, düzgünce ifade ederek yaşadıklarımızı. Belki yazarak. Belki tavır alarak, sınır koyarak. Ancak kötülüğe kötülükle cevap vermek, laneti lanetle karşılamak faydasız. Öğretici de değil, geliştirici de değil. Ne bunu yaşayan ne de yaşatan için. Gözlemledikten, yerini belirledikten, içinden çıkan duygunun çıkmasına kendi sağlığımız adına izin verdikten sonra, ötesi bizde değil.
Genellikle egomuzda bir yerle bağlantı kuruyor bu nefret duygusu. O zaman bizi ele geçirecek gibi oluyor. Oysa ki, her duygu gibi, öfke de gelip geçici. Nefret de. Nefret hissedebiliriz ama nefretin kendisi olmamıza gerek yok. Lanet okumamıza gerek yok. Kendi bağımsızlığımızı, hayat görüşümüzü, sağlıklı zihin yapımızı koruyabilmek için duygularımızı egomuzdan uzak tutmak ve bize yapışmalarına izin vermemek durumundayız. Yerimizi belli etmek için lanete, nefrete gerek yok. Hayattaki duruşumuzu seçimlerimiz, yaptıklarımız, sevgimiz, anlayışımız, sakinliğimiz, doğru ifadelerimiz belirler. Duyarlı ve aktif bir birey olmak için nefrete, öfkeye, lanete ihtiyacımız yok.
Bugün, sende nefret duygusu uyandıran her kişiye, her olaya bir yoğunlaş bakalım. Kendinle olan bağları gör. O bağları koparabilir misin? Ondan nefret ediyorum cümlesini, onun yaptıklarıyla bir bağ kurmuyorum, onun yaptıklarını onaylamıyorum, onunla aynı düşüncelerde değilim, aynı fikirde, aynı duyguda birleşmiyorum, onun hatalarını görüyorum, hatalarına ortak olmayı tercih etmiyorum, üzerimde baskı kurmasını onaylamıyorum, onun yaptığı şeylerin benim dünyamda yeri yok, onun yanlış yapmaması için elimden gelen bir şey varsa buna bakabilirim ancak yönetemem, gibi cümlelerle değiştirebilir misin? Ve sonra belki kendi hayat görüşünü, kendi duruşunu, kendi yaklaşımlarını, kendi bakış açını hatırlatabilir misin kendine? Olumlu cümlelerle. Hayata şu şekilde yaklaşıyorum. Hayata bakış açım şu. Ben şurada durmayı seçiyorum. Benim tercihlerim bunlar. Ben bu konuda bu şekilde davranmaya devam edeceğim. Bunun için gerekiyorsa çalışacağım, çabalayacağım, emek vereceğim. Duruşumun arkasında olacağım…. gibi.
Belki bu düşüncelerin sonunda birkaç dakikalığına gözlerini kapatıp, sakince nefesler alabilirsin. Minik, meditatif bir an yakalayabilirsin. Bırak, duyguların, düşüncelerin dengelensin, otursun her şey yerli yerine.
Sen her zaman olumlunun savunucusu ol. Bu Polyannacılık değil. Bu her şeye pembe gözlüklerle bakmak değil. Bir aktivist olabilirsin, dünyada olan biten kötülüklerin olmaması, ya da en azından azalması için elinden geleni yapabilirsin. Konuşabilirsin, ifade edebilirsin, eğitebilirsin, eğitim alabilirsin, yazabilirsin, yürüyebilirsin, anlatabilirsin, birleştirebilirsin, sanat gibi bir araç kullanarak farkındalık sağlayabilirsin, yeteneklerini konuşturabilirsin, maddi, manevi destek olabilirsin, zamanını ayırabilirsin, proje geliştirebilirsin… Lanet okumadan, nefret ediyorum demeden, kendi sınırını çizerek, seni de kirletmesine izin vermeden, çamuru içine sürmeden, çamuru çamur üreterek büyütmeden, kendin temiz kalarak, bir adım geri basarak, kendini unutmadan, kendini kaybetmeden, kendi değerini koruyarak yerini belli edebilir, başkalarına da bunu kabul ettirebilirsin. O da senden nefret etmek durumunda değil. O da seni olduğu gibi kabul edebilir ancak senin yolundan gitmeyebilir. Buna da izin verebilir misin? Kabul görmemeye de var mısın? Çok saf bir şekilde çok haklı olduğunu düşündüğün bir konuda anlaşılmamaya da razı olabilir misin? Buna razı olduğunda kendi doğrunu öyle doğal, öyle ferah, öyle kendiliğinden ifade ediyorsun ki, sen mavi, o yeşil, öbürü kırmızı, öbürü siyah, herkes kendi içindeki rengi yansıtabiliyor tuvale. Çünkü o boş tuvalden sen sorumlu değilsin, tuvale yansıttığından sorumlusun. Ve o tuvali rengarenk boyadığımızda, ortaya güzel bir tablo çıkarttığımızda ancak, o tuvalden sorumlu olabileceğiz, o tuvalde “bir” olabileceğiz.
Adalar Yoga Insta Canlı Yayın
Takip edenler biliyor, Adalar Kültür Derneği’nde Ocak ayından beri meditasyon dersleri veriyorum. Dernekte yoga dersleri vermiş olan Gülfiye hocam ile Adalar Yoga isminde bir instagram hesabı açmıştık çalışmalarımızı paylaşmak için. Nisan ayında da Korona günlerinde Yoga ve Meditasyon’un faydalarını konuşmak için bir instagram canlı yayını yapmıştık. Buradan da duyurmuştuk.
Daha sonra sohbetimizi kaydedip youtube’da paylaşmıştım ama burada da paylaşmayı atlamışım, buyurun: